Ocak 2001
Bundan birkaç ay önce ülkemizin gündemindeki en önemli konulardan biri ABD Temsilciler Meclisi'nde onaylanması çizgiden dönen, sözde Ermeni soykırımı karar tasarısıydı. Geçtiğimiz haftalar ise Fransa Parlamentosu'nda benzer bir kararın onaylanıp, onaylanmayacağı tartışmalarıyla geçti. Ancak bu tasarının Fransa'da kanunlaşacağı konusunda hiç kimsenin bir şüphesi yoktu. Önümüzdeki mart ayında Fransa'da yerel seçimlerin yapılacak olması ve yaklaşık 300.000 Ermeni asıllı Fransızın, Fransa'da etkin bir lobi haline gelmeleri bu kanaatleri güçlendiriyordu. Nitekim bu düşünceler doğru çıktı ve Fransız Parlementosu oy birliğiyle sözde Ermeni soykırımı tasarısını onayladı. Böylece Fransa'da "Ermeni soykırımı yaşanmamıştır" demek bir suç haline geldi. Aynı "Yahudi soykırımı yaşanmamıştır" demenin yasak olduğu gibi…
Bu konunun farklı ülkelerin gündemine girmesi, Türk siyasi ve akademik çevrelerinde de bir hareket meydana getirdi. Bu dönem içinde Türk ve Ermeni halklarının ilişkilerini konu alan çok sayıda yazı yazıldı, tartışmalar yapıldı ve türlü tezler öne sürüldü. Her biri derin bir araştırma konusu olan bu tartışmaların dönüp dolaşıp geldiği nokta ise hep aynı oldu: "Ermeniler asırlar boyunca, önce Selçuklu daha sonra da Osmanlı'nın adil yönetimi altında çok büyük bir hoşgörü ve huzur ortamında yaşamışlardır."
Bu gerçek yüzyıllardır Türk-Ermeni ilişkilerini araştıran tarihçiler tarafından –hatta Ermeni tarihçilerin büyük bir bölümü tarafından da- tasdik edilmektedir. Gerçekten de Osmanlı yönetimi farklı dillerde konuşan, farklı dini görüşleri olan ve farklı etnik kökenlere sahip çok sayıda milleti asırlar boyunca hoşgörü içinde yönetmeyi başarmış çok güçlü bir devletti. Zaten dört kıtada kurduğu güçlü imparatorluğun temelinde de İslam ahlakının getirdiği bu büyük hoşgörü, adaletli ve barışçıl tutum yatıyordu. Peki yıllardır Türkiye'nin önüne farklı vesilelerle getirilmeye çalışılan bu sözde soykırım konusunun aslı neydi? Asırlar boyunca barış içinde ve kardeşçe yaşayan Türk-Ermeni halkları arasında nasıl bir ilişki vardı? Ne olmuştu da Osmanlı yönetimi tarafından "millet-i sıdıka" ünvanına layık görülen Ermeni toplulukları, sadakatları sorgulanan bir halk haline gelmişti?
Ortaya atılan iddiaları anlayabilmek ve sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için Ermenilerle Türklerin ortak tarihlerini incelemek gerekir. Çünkü bu iki kardeş halkın tarihlerinin kesiştiği noktadan günümüze uzanan bin yıllık dönemin incelenmesi, iddiaların cevabını da kendiliğinden ortaya koymaktadır.
Ermenilerle Türklerin Tarihlerinin Kesiştiği Nokta
Türkiye içinde bulunduğu jeopolitik ve jeostratejik konum dolayısıyla tüm dünyanın dikkatini çeken bir ülkedir. Asya ve Avrupa kıtaları arasında bir köprüdür, Karadeniz'i Akdeniz'e bağlayan boğazlara sahiptir, Ortaasya, Ortadoğu ve Kafkasya'daki doğal enerji kaynaklarının kesiştiği bir noktadadır. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu, günümüzde ise Türkiye Cumhuriyeti bu kritik konumu nedeniyle çeşitli ülkelerin ilgi alanı olmuş, plan ve entrikaların merkezi halini gelmiştir. Türkiye üzerindeki planlarını uygulamak isteyen ülkeler, bu hedeflerine ulaşmak için türlü yollara başvurmuşlardır. Osmanlı imparatorluğu içinde huzur içinde yaşayan azınlıkları yönetim aleyhinde kışkırtmış, kendi hedeflerini gerçekleştirmek için onları kullanmışlardır. Ermeniler de bu halklardan biridir. Özellikle de Rusya ve İngiltere Ermenileri kendi hedefleri uğrunda bir piyon gibi kullanmışlardır.Ancak asırlardır süregelen Türk-Ermeni ilişkilerini, sadece 1. Dünya savaşından sonraki kısa dönem çerçevesinde değerlendirmek çok sağlıklı olmaz. Çünkü Ermenilerle Türklerin dostlukları bin yıl öncesine kadar uzanmaktadır.
Bugün Ermenilerin öne sürdükleri sözde soykırım senaryosunun temeli Doğu Anadolu topraklarının Ermeni anayurdu olduğu iddiasına dayanmaktadır. Bu senaryoya göre Türkler, Selçuklular ve Osmanlılar ile başlayarak Ermeni topraklarını işgal etmişler ve her zaman zulmetmişlerdir. Hatta bu zulüm hala devam etmektedir. Ancak Türk-Ermeni ortak tarihini incelemek bu iddiaların tamamen asılsız olduğunu delilleriyle ortaya koymaktadır. Üstelik Ermeni halkının da 1. Dünya Savaşı'na kadar böyle bir iddiası olmamıştır. Ermeniler Türklerin yönetimi altında her zaman barış içinde yaşamış, asla kötü bir muameleye maruz kalmamışlardır. Bu batılı tarihçilerin de, Ermeni tarihçilerin de ortaya koydukları bir gerçektir.
Öncelikle, Doğu Anadolu topraklarının Ermeni anayurdu olduğu iddiası tarihi gerçekleri yansıtmamaktadır. Ermenilerin bir zamanlar toplu olarak oturdukları bölge, tarihin kaydettiği dönemlerde MÖ 521'den 344'e kadar bir Pers vilâyeti, 344'den 215'e kadar Makedonya İmparatorluğunun bir parçası, daha sonra sırasıyla Selefkitlere tâbi bir vilâyet, Roma İmparatorluğu ile Partlar arasında sık sık el değiştiren bir bölge, Sasani vilâyeti, daha sonra da bir Bizans vilâyeti olmuştur. Bu toprakların 7. yüzyıl sonlarından itibaren sahibi Emevilerdir. Onlardan sonra 10. yüzyıl sonlarına kadar Abbasilerin elinde kalmış, 10. yüzyılın sonlarına doğru Anadolu'nun tamamına Bizans İmparatorluğu yeniden hakim olmuştur. 10. yüzyıldan itibaren de bölgeye Türkler gelmişlerdir. Ermeniler çok eski tarihlerden beri bölgede varlığı devam eden, medeni ve kadim bir millettir. Ancak tarih boyunca çeşitli egemenlikler altında yaşamış, hiçbir zaman bağımsız ve sürekli bir devlete sahip olamamışlardır. Dolayısıyla Doğu Anadolu'nun bir Ermeni anayurdu olduğu iddiası gerçeklerle örtüşmemektedir. Bu husus Ermeni tarihçi Kevork Aslan'ın şu sözleriyle de doğrulanmaktadır:
"Ermeniler derebeylikler halinde yaşamışlardır. Birbirlerine vatan hisleriyle bağlı değildirler. Aralarında siyasi bağlar yoktur. Yalnızca yaşadıkları derebeyliklere bağlıdırlar. Vatanseverlikleri de bu nedenle bölgeseldir. Birbirleriyle bağlarını siyasi ilişkiler değil, dilleri ve dinleri oluşturur."(1)
Ermeniler en büyük zulmü Bizans İmparatorluğunun yönetimi altında yaşarken görmüşlerdir. Bu konu tarihçiler tarafından da sıkça dile getirilmiştir. Ünlü Ermeni tarihçisi ve aynı zamanda Urfalı olan Mateos halkın buralardan sürüldüğünü, evlerinden çıkarıldıklarını ifade etmektedir. Mateos "İki yıl sonra (993-994) büyük Roma dükü, büyük bir ordu ile beraber Ermenilere karşı yürüdü, Hristiyanların üzerine atılıp onları kılıçtan geçirdi ve esaret altına aldı. O, zehirli bir yılan gibi her yere ölüm götürdü ve böylelikle, dinsiz milletlerin yerini tutmuş oldu" sözleriyle Bizanslıların Ermeni halkına karşı uyguladığı şiddeti dile getirmiştir.
10. yüzyıl Bizans yönetiminde iç karışıklıkların yaşandığı ve istikrarın bozulduğu bir dönemdir. İşte bu karışık dönem içinde Selçuklular Anadolu topraklarına girmişlerdir. 26 Ağustos 1071 tarihinde, Malazgirt yakınında, Van Gölü'ne yakın bir yerde Bizans İmparatorunun ordusunu bozguna uğratan Alparslan sayesinde Türkler Anadolu'ya adım atmış ve Ermenilerin çok büyük sevinç gösterileriyle karşılanmıştır. Tarihçi Mateos Selçukluların Ermenilere karşı tavrını "Melikşah'ın kalbi Hıristiyanlara karşı şefkat ve iyilikle doluydu. İsa'nın evlatlarına çok iyi davrandı. Ermeni halkına refah, barış ve mutluluk getirdi" sözleriyle ifade ediyordu.(2) Mateos, Sultan Kılıç Aslan'ın ölümünden sonra ise şunları yazmıştır:
"Kılıç Aslan'ın ölümü Hıristiyanları yasa boğmuştur. Zira bu Sultan yüksek karakterli ve hayırsever bir insandı."
Yukarıdaki ifadelerden de açıkça anlaşıldığı gibi Selçuklu Türkleri, Ermenilere çok büyük bir hoşgörü göstermiş, onların dinlerini, törelerini ve sosyal yaşantılarını korumalarını sağlamıştır. Bu anlayış, Anadolu Selçukluları döneminde de devam etmiştir. Ermeni tarihçi Asoghik'in "Ermeniler Bizans'a olan düşmanlıkları nedeniyle, Türklerin Anadolu'ya gelmesine sevinmişler, hatta Türklere yardım etmişlerdir" şeklindeki sözleri bu gerçeği doğrulamaktadır.
Selçukluların ilerlediği topraklar, üzerinde diğer kavimlerin yanı sıra Ermenilerin de yaşadıkları Bizans topraklarıdır. Yani Selçuklular herhangi bir Ermeni devletine ya da prensliğine karşı savaşmamış, onların topraklarını ele geçirmemiş, karşılarında düşman olarak sadece Bizanslıları görmüşlerdir. Bunun dışında öne sürülecek her türlü iddia tarihi gerçekler karşısında yaşayamayacaktır. Üstelik tarih, Ermenilerin Bizans zulmüne karşı Selçukluların yanında yer aldıklarını, onlara yardım ettiklerini ortaya koymaktadır. Ortada Türk-Ermeni çatışması değil, asırlar sürecek olan bir kardeşlik yolunda atılan ilk adımlar vardır.
Ermeniler Osmanlı Topraklarında Aradıkları Hoşgörüyü, Güvenliği ve Barışı Bulmuşlardır
Ermeniler, Osmanlı Devleti'nin ilk kuruluş yıllarında bazı küçük devlet ve beyliklere bağlı bir şekilde hayatlarını devam ettiriyorlardı. Osmanlılarla ilk ilişkileri ise Osman Gazi döneminde başlamıştır. Osman Gazi 1324 yılında Bursa'yı merkez yaptıktan sonra, Kütahya'da yaşayan Ermenileri ve ruhani reislerini buraya nakletmiştir. Bu güçlü ilişki Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerine kadar hiçbir kesintiye uğramadan devam etmiştir. Özellikle de Fatih Sultan Mehmet'in 1453 yılında İstanbul'u almasıyla başlayan dönem, Ermeniler için adeta bir altın çağ olmuştur. Fatih Sultan Mehmet kendi talebi ile Ermenilerin Bursa'daki ruhani reisi Hovakim'i İstanbul'a getirtmiş, Rum Patrikliği'nin yanında, bir de Ermeni Patrikliği'ni 1461'de kurdurmuştur. Patrik, padişahın fermanıyla Ermeni cemaatinin lideri ilan edilmiş ve Ermeniler tamamen onun yönetimine bırakılmıştır. Bu dönemden sonra çeşitli ülkelerden İstanbul'a büyük bir Ermeni göçü yaşanmış, İstanbul'da güçlü bir Ermeni topluluğu oluşmuştur. Yavuz Sultan Selim'in Güney Kafkasya ve Doğu Anadolu'yu fethetmesiyle birlikte, buradaki Ermeniler de İstanbul'daki cemaatin bünyesine dahil olmuş, İstanbul Patrikliği'ne bağlanmışlardır. Osmanlı yönetimi boyunca Ermeniler dinsel, siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan çok büyük bir özgürlük yaşamışlardır.
Bu büyük hoşgörü ve iyi niyet Fatih Sultan Mehmet'ten sonra da devam etmiştir. Diğer gayrimüslim toplulukların olduğu gibi, Ermenilerin de dini ve toplumsal işlerine kesinlikle karışılmamıştır. Ermeniler gerek yönetimde, gerek sanat alanında, gerekse ticari hayatta çok önemli bir yer edinmişler ve toplumun en müreffeh sınıfı haline gelmişlerdir. Osmanlı Devleti'ne sadakatleri, güvenilir olmaları, iyi niyetli tavırları, Türk adetlerini benimsemeleri, hatta iyi Türkçe konuşmaları, Ermenilerin devlete ait resmi veya özel işlere atanmalarına sebep olmuştur. Ermenilerin Osmanlı yönetiminden memnuniyetleri 2 yıl önce, yani Osmanlı'nın 700. kuruluş yılında, İstanbul Ermeni Patrikhanesi 538. doğum günü kutlanırken de çeşitli şekillerde ifade edilmiştir. Türkiye Ermenilerinin 84. Patriği II. Mesrob bu törenler çerçevesinde 22 Mayıs 1999 tarihinde yapılan bir törende duygularını şu şekilde ifade etmişti:
"… Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden sekiz yıl sonra, 1461'de Batı Anadolu'daki Ermeni Episkoposluğunu çıkardığı bir fermanla İstanbul Patrikliği'ne dönüştürmesi Fatih'in ve Osmanlı Sultanlarının gelecek vizyonu ve diğer dinlere gösterdiği hoşgörünün çok açık bir örneğidir. Tarihte bir dine mensup bir hükümdarın başka bir dinin üyeleri için ruhani riyaset makamı tesis etmesi, ne Fatih'ten önce, ne de sonra görüldü… Yeni bir binyıla girerken dünyada yaşanan gerginlikleri, özellikle yakın çevremizdeki savaş ortamını gözönünde bulunduracak olursak, 538 yıl önce gerçekleşen bu olayın değerini, dinler ve kültürler arası hoşgörünün önemini, sanıyorum daha iyi kavrayabiliriz…"
Patrik II. Mesrob'un bu sözleri aslında Türk-Ermeni ilişkilerinin gerçek boyutunu da gözler önüne sermesi bakımından çok önemlidir. Çünkü gerçekten de Osmanlı hoşgörüsü dünyada eşi benzeri olmayan, çağlar üstü bir yaklaşımı ifade etmektedir.
Ermeni Sorunu Rusya ve İngiltere'nin Tahrik ve Vaatleriyle Ortaya Çıkmıştır
Selçuklu ve Osmanlı yönetiminin Ermenilere karşı hoşgörülü tutumunu dikkatle inceleyen bir kişi, bugün oluşan gerilim karşısında doğal olarak şaşkınlığa düşer. Gerçekte ise bu gerilim, yazının başlarında da ifade ettiğimiz gibi kimi ülkelerin bilinçli kışkırtmaları ve sahte vaatleri sonucunda ortaya çıkmış, zaman içinde gelişmiş ve bugünkü halini almıştır. Ermeni Sorununun ilk ortaya çıkışı Osmanlı devletinin zayıflamasıyla aynı tarihlere rastlar. 1877-1878 yıllarındaki Rus harbini Osmanlı'nın kaybetmesinin ardından, Trabzon'a kadar olan bölge Rusya'nın yönetimine geçmiştir. O döneme kadar Osmanlı tebaası olan ve huzur içinde hayatlarını devam ettiren Ermeniler, bağımsız bir devlet kurma vaatleriyle kandırılmış ve Rus askerleriyle işbirliğine girip, Türklere karşı savaşmışlardır. Dolayısıyla bu dönemden sonra Rus-Ermeni ilişkileri, Türk-Ermeni ilişkileri üzerinde belirleyici bir rol oynamıştır.
Osmanlı Devleti'nin zayıflaması dışarıdan yapılan müdahaleleri de artırmıştır. Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaşma niyetinde olan İngiltere, Fransa gibi ülkeler, imparatorluk içine soktukları provokatörler vasıtasıyla Ermenileri Türk toplumundan uzaklaştırmaya çabalamışlardır. Bu çabalar zaman içinde sonuç vermiş, oluşturan teşkilat ve komiteler, Ermeni cemaatini Türk toplumundan yavaş yavaş koparmıştır. Çıkarılan isyan hareketlerinde iki toplum da çok fazla kayıp vermiş, iki kardeş halk birbiriyle savaşır hale gelmiştir.
Ancak sorun 1. Dünya savaşı sırasında Ermenilerin düşman tarafında yer almalarıyla daha da kalıcı hale gelmiştir. Yıllar boyunca Türklerle aynı cephede yer alan Ermeniler, İtilaf Devletleri'nin tahrik ve vaatleriyle yıllarca huzur içinde yaşadıkları Osmanlı topraklarını düşmanla birlik olup, parçalamaya girişmişlerdir. Bu girişimlerde Rusya çok önemli bir rol oynamıştır. Çünkü Çarlık Rusyası Osmanlı Devleti'nin topraklarını kendine genişleme alanı olarak görmekte ve Osmanlı Hıristiyan cemaatini kendi himayesi altına almayı hedeflemekteydi. Bu amaçla da gerek Balkanlardan gerekse Kafkaslardan Osmanlı topraklarına girmeye çalışmıştır. İngiltere'de aynı şekilde Doğu Anadolu topraklarının kendi kontrolünde kalmasını istemiştir.
Rusya ve İngiltere'nin Doğu Anadolu'daki çıkarları Ermeniler toplumunun Osmanlılara karşı kullanılması üzerine kuruluydu. Bu gerçek şu ana kadar pek çok Batılı ve Ermeni tarihçi tarafından da dile getirilmiştir. Ancak Osmanlı yönetiminden hiçbir şikayeti olmayan ve barış içinde yaşayan halk üzerinde bu girişimler ilk başlarda etkili olmamış, kurulan teşkilatların büyük bölümü zaman içinde yok olup gitmiştir. Osmanlı toprakları içinde başarılı olamayınca, bu kez farklı ülkelerde Ermenistan hayalini gerçekleştirmek için teşkilatlar kurulmuştur. Bu komiteler dışarıdan aldıkları destekle halkın büyük bölümü üzerinde etkili olmayı başarmışlardır. Ermeni propagandasının bugünkü önde gelen kişilerinden Louise Nalbantyan kurulan bu komitelerin amacını "Ermeni halkının duygularını harekete geçirmek için tahrik ve teröre ihtiyaç vardı. Halk düşmanlarına karşı kışkırtılacak ve aynı düşmanın misilleme faaliyetinde yararlanılacaktı… Komite, Osmanlı hükümetini terörize etmeyi amaçlıyordu" şeklinde tanımlıyordu. (3) Yani Anadolu'da isyanlar çıkartmak için yabancı devletler tarafından kışkırtılan Ermeniler kendilerine yöntem olarak "terörü" seçmişlerdi. Bu komitelerin kurulmasını takip eden yıllarda Anadolu'nun dört bir yanında isyanlar çıkartılmıştır. İsyanlarda pek çok masum insan hayatını kaybetmiş, bu isyanlar nedeniyle Anadolu topraklarında gerçek manada bir huzur sağlanamamıştır.
1. Dünya Savaşı'nın başlaması Ermeni isyancılar tarafından büyük bir fırsat olarak görülmüştür. Savaş başlamadan önce Osmanlı Devleti'nin yanında yer alacakları vaadinde bulunan Ermeniler, kısa süre sonra bu vaadlerinden dönmüşlerdir. Rus devletinin saflarında yer almış, Osmanlı'ya karşı savaşmışlardır. Taşnak komitesinin örgütüne verdiği şu talimat Ermenilerin savaş sırasındaki politikalarını çok iyi ifade etmektedir:
"Ruslar sınırı geçtiklerinde ve Osmanlı orduları geri çekilmeye başladıklarında her yerde isyanlar çıkarılmalı, Osmanlı orduları bu suretle iki ateş arasına alınmalıdır. Osmanlı ordularının ilerlemesi halinde ise Ermeni askerler silahlarıyla birlikte kıtalarını terk edecek ve çeteler teşkil edip, Ruslarla birleşeceklerdir."(4)
Savaş başladığında tüm bu talimatlar uygulamaya geçmiş, Osmanlı halkına karşı türlü saldırılar gerçekleştirilmiştir. Sadece Türkler hedef alınmamış, Rumlar, Museviler ve bu politikayı desteklemeyen Ermenilere karşı da saldırılar düzenlenmiştir.
Ermenistan Devleti'nin Politikasını Kimler Yönlendiriyor?
Zaten Ermenilerin amacı Türk hükümeti ile bir uzlaşma sağlamak değil, önce ABD'nin daha sonra da Avrupa'nın desteğini almaktı. Bu nedenle de soykırım iddiası konusundaki propaganda ve lobi çalışmaları artarak devam etti. ABD, Fransa ve İtalya başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde bu konuda türlü girişimler yapıldı, pek çok yöntem izlendi. ABD'de bu sene başlattıkları ataklarını seçimlere denk getirmeleri de bu yöntemlerden biriydi. Ermeniler oy güçlerini kullanarak, Amerikan yönetimini zora sokmaya çalıştılar. Aynı şekilde Fransa'da seçimler öncesinin seçilmesi ve tüm parlamenterlerin tasarı aleyhinde konuşamayacak şekilde baskıya alınmaları bir tesadüf değildi. Bu faaliyetler diasporada olan Ermeniler tarafından yürütülse de, işin arkasında olan gerçekte Ermenistan yönetimidir.
Sorun Ermeni ve Türk halkları arasında yaşanan bir sorun değil, çeşitli ülkelerin ulusal çıkarları çevresinde dolaşan bir çıkmaz halini almıştır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Türkiye Ermenilerinin tasarı karşısındaki Türk yanlısı tutumu bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim Fransız Senatosu'nda çıkan karardan sonra da Türk Ermenileri tarafından yapılan açıklamalarda, bu konunun bazı ülkeler tarafından bir siyasi baskı aracı olarak kullanılmasından duyulan sıkıntı dile getirilmiştir.
Fransa'da Ermenilerin Soykırıma Uğramadıklarını Söylemek Artık Suç!
18 Ocak 2000 tarihindeki oylama ile Fransa Milli Meclisi'nin Ermeni tasarısını kabul etmesi, aylardır yapılan tartışmaların ciddiyetini ortaya koydu. Her ne kadar Fransız yönetimi tarafından yapılan açıklamalarda "bu yasanın sadece tarihi bir gerçeği ortaya koymak amacıyla yapıldığı, herhangi bir yaptırımının olmayacağı" ifade edilse de, bunun gerçekte maksatlı bir politika olduğu açıktır. Bundan bir süre önce kendi vatanlarının bağımsızlığını isteyen Cezayir halkına karşı yaptıkları sistemli soykırımın incelenmesini "tarihçilere bırakma" kararı alan Fransız Devleti'nin, Ermeni sorunu konusundaki tavrı, samimiyetsizliğini ve tarihi kaygıdan ne kadar uzak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Gerçekte ise alınan karar, Ermeni Sorunu açısından bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Çünkü bu tasarı artık yasalaşmıştır ve geri dönüşü pek mümkün değildir. Eğer Devlet Başkanı Chirac konuyu Anayasa Mahkemesi'ne götürmez ve hemen imzalarsa kanun hemen işlemeye ve talepler arka arkaya gelmeye başlayacaktır. Götürse de, -ki bu çok düşük bir ihtimaldir- mahkemenin geri çevirmesi ihtimali neredeyse yok gibidir. ''Fransa, 1915'te Ermenilerin maruz kaldığı soykırımını tanır'' ifadesinin yer aldığı bu tasarının oy birliğiyle kabul edilmesinin ardından tüm milletvekillerinin ayağa kalkıp, alkışlarla tasarıyı desteklemeleri ve yapılan tüm konuşmaların tasarıyı destekler yönde olması da bunu ortaya koymaktadır.
Bu kararın bir başka önemli yönü ise bundan sonra yaşanacaklar için bir başlangıç teşkil etmesidir. Avrupa Parlamentosu'nda da Türkiye aleyhine kararlar çıkmak üzeredir. Aynı şekilde Amerika'nın farklı eyaletlerinden benzer tasarılarla ilgili haberler gelmektedir. Fransa'dan sonra başka ülkelerin parlamentolarında da muhtemelen benzer tasarılar tartışılacaktır, kanunlaşacaktır. Bunların arkasından tazminat talepleri ve daha farklı talepler birbirini takip edecektir.
Ancak tasarının kabul edilmesini herşeyin sonu şeklinde değerlendirilmek ve Türkiye'nin tezini açıklamaktan vazgeçmek çok yanlış bir tutumdur. Zaten tasarının kabul edilmesinin hemen ardından hükümetin dile getirdiği yaptırımlar da bu yönde önemli adımlar atılacağını ortaya koymaktadır. Üstelik bu karar hiçkimse açısından bir sürpriz olmamıştır. Gerek siyasi çevreler gerekse akademisyenler tarafından aylardır beklenen bir karardır.
Bu noktadan sonra önemli olan şey, bu yasanın ve bundan sonra birer birer ortaya çıkan tasarıların bir siyasi ve ekonomik yaptırım aracı olarak kullanmasının engellenmesidir. Öte yandan, dünya çapında yapılacak kapsamlı bir kampanya, Osmanlı arşivleriyle desteklenen güçlü bir dosya, gerçekleri tarafsız bir şekilde ortaya koyan belgesel çalışmaları Türk hükümetinin bu güçlü tezini anlatırken en çok ihtiyaç duyacağı malzemelerdir. Olay sıcaklığını korurken yapılan açıklamalardaki kararlı tutumun devam ettirilmesi son derece önemlidir.
Batılı ülkelere Osmanlı gerçeğinin delilleriyle anlatılması önümüzdeki yıllarda tasarının farklı şekillerde ve farklı ülkeler tarafından gündeme gelmesini şimdiden engelleyecektir. Devlet-i Ali Osmaniye hakimiyetinde asırlar boyunca huzur içinde yaşayan kardeş Ermeni ve Türk halklarının tekrar aynı kardeşliği sağlamaması için hiçbir engel yoktur. Yeter ki gerçekler tüm açıklığıyla dünyaya anlatılsın ve karşılıklı hoşgörü için gereken adımlar atılsın!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder