17 Nisan 2010 Cumartesi

MATERYALİZM VE DARWINİZM DİNSİZLİĞİN TEMEL DAYANAĞI HALİNE GELMİŞLERDİR

KASIM 2000
Maddecilik ya da günümüzde kullanılan adıyla materyalizm, tarihin çok eski dönemlerinden beri var olan fikir sistemlerinden biridir. Materyalizm, tek gerçek varlığın madde olduğunu savunur. Bu batıl anlayışa göre madde ezelden beri vardır ve sonsuza kadar da varlığını sürdürecektir. Materyalizmin en önemli özelliği ise bir Yaratıcı'nın varlığını ve her türlü dini inancı reddetmesidir. Yeryüzünde dinsizliği kendine temel prensip edinen pek çok akım, ideoloji ve fikir sistemi bulunmaktadır; ancak materyalizm, dini inkar eden bu akımların büyük bir bölümünün temelini oluşturur. Diğer bir deyişle dinsizliğin en etkin dini materyalizmdir.
Maddeci anlayışa, Sümerler'den, eski Yunan dinlerine kadar tarihin her döneminde rastlanmıştır. Ancak bu batıl inanış asıl olarak 19. yüzyılda yaygınlaşıp, yerleşik bir fikir sistemi haline gelmiştir. Çok büyük bir hızla yaygınlaşan bu maddeci anlayışın önünde her zaman için önemli bir engel bulunmuştur. Maddenin ezeli olduğunu iddia eden materyalizmin önündeki bu büyük engel, "evrenin ve canlılığın nasıl meydana geldiği" sorusudur.
Aynı yüzyıl içinde, Charles Darwin'in ortaya attığı evrim teorisi, materyalistlerin önünde bir engel teşkil eden bu soruya tam da onların aradıkları –ama aslında hiçbir geçerliliği olmayan- cevabı vermiştir. Darwin'in ortaya attığı asılsız teoriye göre cansız maddeler kendi kendilerini rastgele gelişen bazı olaylarla organize etmişler ve bunun sonucunda ilk hücre tesadüfen var olmuştur. Ve Darwinizm'e göre yeryüzündeki canlıların tümü, bu ilk hücrenin tesadüfler sonucunda evrimleşmesiyle meydana gelmiştir.
Darwin, bu iddialarıyla aslında bilim tarihindeki en büyük yanılgının mimarıdır. Hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmayan teorisi, kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir "mantık yürütme"dir. Hatta Darwin'in, Türlerin Kökeni isimli kitabındaki "Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, evrim teorisi birçok önemli soru karşısında çaresiz kalmıştır.
Yine de Darwin, bilim geliştikçe teorisinin önündeki bu zorlukları aşabileceğini ve yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini ummuştur. Bunu da kitabında sık sık belirtmiştir. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır. Öyle ki evrim teorisi bugün, lehinde yürütülen tüm propagandalara rağmen, Avustralyalı ünlü moleküler biyolog Michael Denton'ın Evolution: A Theory in Crisis adlı kitabında vurguladığı gibi "kriz içinde bir teori"dir.(1)
Ancak 19. yüzyılda evrim teorisi ile ilgili bilimsel gerçekler bilinmiyordu. Ve kendilerine bilimsel bir destek arayan materyalistler için bu teori kaçırılmayacak bir fırsattı. Çünkü Charles Darwin, teorisine dayanarak bir Yaratıcı'nın varlığını inkar ediyordu. O dönemde insanın başıboş tesadüflerin etkisiyle cansız maddelerden oluştuğu iddiası, materyalistlerin en fazla duymak istedikleri şeydi.
Evrim teorisine getirdiği eleştirilerle ve yayınladığı kitaplarla akademik çevrelerde çok saygın bir yere sahip olan Chicago Üniversitesi profesörlerinden Phillip Johnson, evrim teorisinin dinsiz fikir akımları için taşıdığı önemi şöyle açıklamaktadır:
…Darwinizm'in kabul edilmesi Allah'ın varlığının inkar edilmesi anlamına geliyordu ve sonuç olarak Allah'ın vahyine dayalı dinin yerine evrimsel natüralizme dayalı yeni bir inanç oluşturuldu. Bu yeni inanç sadece bilimin değil, hükümetlerin, hukukun ve ahlakın da temel inancını oluşturdu, modernizmin temel dini felsefesi sayıldı.(2)
Peki Phillip Johnson'ın yukarıdaki sözleriyle de ifade ettiği bu dinsiz felsefenin sahiplerinin gerçek amaçları nedir?
Allah'ın varlığını ve dini inkar eden bir toplum oluşturmak isteyen materyalistler, insanın, karşısında kendisini sorumlu hissedeceği bir varlık olmadığını iddia ederler. Kendi çarpık anlayışları nedeniyle, insanın başıboş ve sorumsuz olmasını ve hiç kimseye hesap vermek zorunda olmamasını isterler. Materyalistlerin bu cahilce tutkusu, materyalist bir bilim adamı tarafından şöyle özetlenmektedir:
İnsan, evrende anlama kapasitesine ve potansiyeline sahip tek varlıktır. Ama bilinçsiz ve akılsız maddelerin bir ürünüdür. Böylece dünyaya gelişini kendisi başarmış olan insan, sadece kendisine karşı sorumludur.(3)
Yukarıdaki sözde ifade edilenin ne kadar mantıksız bir çıkarım olduğu, akıl ve vicdan sahibi her insanın rahatlıkla anlayabileceği bir gerçektir. Bu sözlerin sahibi olan materyalist bilim adamı, insanın dünyaya gelişinin kendi başarısı olduğunu iddia etmektedir. Oysa açıktır ki insan dünyaya gelişinin hiçbir aşamasında irade kullanmamış ve karar yetkisine de sahip olmamıştır. Allah insanı yeryüzünde kusursuzca var etmiştir. Ama tarih boyunca materyalist zihniyetin kendini "sorumsuz" hissetme tutkusu, onu bilinçsiz ve akılsız maddelerden bilinçli ve akılcı planlamalar bekleme hezeyanına sürüklemiştir.
Ayrıca şunu da hatırlatmak gerekir ki, dinsizlerin yukarıda ifade edilen bu başıboş ve sorumsuz bırakılma istekleri sadece 19. ve 20. yüzyılda yaşayan materyalistlere ve evrimcilere ait değildir. Allah Kuran'da geçmiş topluluklarda da aynı düşünce yapısına sahip insanların bulunduğunu şu şekilde bildirmiştir:
İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi? Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.' Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı. (Öyleyse Allah,) Ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir? (Kıyamet Suresi, 36-40)
Yukarıdaki ayette haber verildiği gibi insan, tamamen kendi iradesi ve şuuru dışında, varlığı kesinlikle söz konusu değilken Allah tarafından yaratılmıştır. Allah insanı tek bir meni olarak yaratmış, ardından ayette de bildirildiği gibi ona "düzen içinde biçim vermiş"tir. Yani insanın kendi varlığı hakkında herhangi bir karar yetkisi yoktur; çünkü yaratılmıştır. Ama Allah'ın bu apaçık lütfuna rağmen kimi insanlar –yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi- kendi iradeleriyle yeryüzünde bulundukları ve "başıboş" oldukları iddiasında bulunabilmektedirler.
Maddeci fikir sistemlerinin ve evrim teorisinin "sorumsuz, başıboş insan özlemi", günümüzde de toplum yapısına, bilim ve fikir dünyasına hakimdir. Bu sebeple manevi değerleri hiçe sayan, toplumdaki dirlik ve düzeni sağlayan tüm ahlaki değerlere karşı savaş açan bu çarpık anlayışın bir sonucu olarak, giderek artan bir hızla ahlaki dejenerasyona uğrayan nesiller yetiştirilmiştir.
Bugün bilim, materyalist düşüncenin ve evrim teorisinin geçersiz olduklarını, hiçbir bilimsel delile dayanmadıklarını, hatta bilimsel bulgular ile yalanlandıklarını açıkça göstermektedir. Ancak 150 yıl boyunca ısrarla sürdürülen toplumsal telkin nedeniyle, materyalist düşünce ve evrim teorisi hala birçok insan tarafından sanki ispatlanmış birer gerçek gibi savunulmaktadır. Çünkü bu anlayışın öncülerinin, Allah'ın varlığını inkar edebilmeleri, insanları dinden ve her türlü manevi değerden uzak tutabilmeleri için materyalizme ve evrim teorisine ihtiyaçları vardır. Aksi takdirde ellerinde dinsizliklerini savunabilecekleri herhangi bir malzeme kalmayacaktır.
Bilimin Geçersiz Kıldığı Evrim Teorisi'nin Israrla Savunulmasının Altında Yatan Nedenler…
Günümüzde pek çok bilim adamı, bilimsel gerçeklere rağmen neden hala evrim teorisini ve materyalizmi savunduklarını aslında açıkça itiraf etmektedir. Örneğin Philip Johnson, evrim teorisinin ateşli savunucularından ve günümüzün en koyu materyalistlerinden biri olan Harvard Üniversitesi'nden genetikçi Richard Lewontin'in bir bilim adamı olarak amacını belirttiği cümlesini aktarmış ve şu yorumu yapmıştır:
Asıl sorun insanlara en yakın yıldızın ne kadar uzaklıkta olduğunu göstermek veya hangi genlerin hangi bilgiyi içerdiği hakkında bilgi vermek değildir… Asıl sorun insanların dünya ile ilgili irrasyonel ve doğa üstü açıklamaları reddetmelerini sağlamaktır. İnsanların öğrenmesi gereken, ister beğenin ister beğenmeyin, şudur: "Biz, tüm fenomenleri maddelerin arasındaki maddi ilişkilerden doğan, maddi bir dünyada yaşayan, maddi varlıklarız". Diğer bir deyişle insanlar Allah'ın varlığını inkar eden materyalizme inanmalıdır…(4)
Lewontin'in bu ifadeleri, maddeci fikri savunanların aslında nasıl çarpık bir mantık anlayışına sahip olduklarını da göstermektedir. Çünkü bugün bilimin ortaya koyduğu gerçekler, materyalizmin öne sürdüğü iddiaların akıl ve mantıkla taban tabana zıt olduğunu ortaya koymuştur. Ama materyalistler her türlü bilimsel veriye rağmen, körü körüne bağlandıkları inançlarını korumakta kararlıdırlar ve bu uğurda hizmetlerini sürdürmektedirler. Sydney Üniversitesi'nden, antropolog Dr. Michael Walker da evrim teorisine neden hizmet edildiğini şöyle açıklamaktadır:
Birçok bilim adamı ve teknoloji uzmanının Darwin'in teorisine onay veriyor olmalarının tek nedeninin, bu teorinin Yaratıcı'nın varlığını reddetmesi olduğunu kabul etmek zorundayız.(5)
Darwinizm'in bilim dışı iddialarını reddeden saygın bilim adamı Phillip Johnson ise, Darwinizm'in neden bilimin dinsiz liderleri için "yeri doldurulamaz" bir önemi olduğunu ve neden her ne pahasına olursa olsun onu korumaya çalıştıklarını şöyle anlatır:
Modern bilimin liderleri, kendilerini 'dindarlara' –yani bir Yaratıcı'nın var olduğuna inananlara– karşı girişilen bir savaşın öncüleri olarak görmekteler… Darwinizm ise, 'dine' karşı girişilen bu savaşta yeri doldurulamaz ideolojik bir rol oynamaktadır. İşte bu nedenle bugün bilim çevreleri, Darwinizm'i test etmeyi değil, ne olursa olsun korumayı kendilerine amaç edinmişlerdir. Bilimsel araştırmaların kuralları da, bu ideolojiyi doğrulayacak şekilde belirlenmektedir.(6)
Materyalist ve ateist felsefenin en önde gelen savunucuları ve bunları tüm dünyaya yaymayı kendilerine hedef edinen "dinsizliğin önderleri", Johnson'ın da belirttiği gibi, Darwin'in evrim teorisine kendi ideolojilerine sözde bilimsel bir dayanak sağladığı için sahip çıkmışlardır.
Bu durumun örneklerine geçmişte, evrim teorisinin ilk ortaya atıldığı günlerde de rastlanmıştır. Örneğin diyalektik materyalizmin kurucusu, din düşmanı Karl Marx evrim teorisinin, kendi savunduğu fikirler açısından ne kadar önemli olduğunu defalarca ifade etmiştir. Marx, Darwin'in Türlerin Kökeni kitabını okuduktan sonra şöyle demiştir:
Bizim teorimiz evrimin teorisidir, ezberlenecek ve mekanik olarak yinelenecek bir dogma değildir.(7)
Marx, yakın dostu ve diyalektik materyalizmin diğer ünlü ismi Friedrich Engels'e yazdığı bir mektupta ise Darwinizm hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir:
Bizim görüşlerimizin tabii tarih temelini içeren kitap işte budur.(8)
Amerikalı botanik profesörü Conway Zirckle ise, komünizmin kurucuları olan Marx ve Engels'in Darwinizm'i neden benimsediklerini aşağıdaki sözleriyle açıklar:
Marx ve Engels, evrim teorisini, Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabı yayınlanır yayınlanmaz benimsediler… Evrim, komünizmin kurucuları için, insanlığın doğaüstü bir gücün müdahalesi olmadan nasıl ortaya çıkmış olabileceği sorusuna getirilen cevaptı ve dolayısıyla savundukları materyalist felsefenin temellerini desteklemek için kullanılabilirdi. Dahası, Darwin'in evrimi yorumlama biçimi –yani evrimin bir doğal seleksiyon süreci içinde geliştiği teorisi- onlara o zamana dek hakim olan teolojik (dini) düşüncelere karşı koyma fırsatı veriyordu. Doğal seleksiyon teorisi sayesinde, bilim adamları organik dünyayı materyalist bir terminoloji ile yorumlama şansı elde etmiş oluyorlardı.(9)
Bu ifadelerden de açıkça anlaşıldığı gibi, materyalist bir dünya görüşüne sahip olan Marx ve Engels'in, Darwin'i desteklemelerinin ardındaki tek neden dine olan düşmanlıklarıydı. Aslında bilimsel açıdan hiçbir değeri olmayan, yalnızca Darwin'in hayal gücünden kaynaklanan bazı mekanizmalara ısrarla sahip çıkmaları bu yüzdendi. Nitekim Friedrich Engels bir kitabında Darwin'in teorisini niçin önemli gördüğünü şöyle ifade etmişti:
Darwin, bütün organik varlıkların, bitkilerin, hayvanların ve insanın kendisinin, milyonlarca yıldır olagelen bir evrim sürecinin ürünleri olduğunu kanıtlayarak metafizik doğa görüşüne en ağır darbeyi indirdi.(10)
Görüldüğü gibi Engels, evrim teorisinin yeryüzündeki milyonlarca çeşit canlının nasıl var olduğunu açıklayabildiğini zannetme yanılgısına düşmüştü. Ama Darwin'in teorisinin kanıtlanmış olduğunu zanneden ve döneminin bilimsel açıdan geri kalmışlığını ortaya koyan yalnızca Engels değildi. Geçmişte yaşamış komünist ve dinsiz liderlerin en kanlısı olarak bilinen Joseph Stalin de otobiyografisinde evrim teorisine verdiği öneme şöyle dikkat çekmişti:
Okullardaki öğrencilerimizin zihnini altı günde yaratılış efsanesinden temizlemek için onlara üç şeyi özellikle öğretmeliyiz: Dünyanın yaşını, jeolojik orijinini ve Darwin'in öğretilerini.(11)
Görüldüğü gibi materyalist inanışa sahip fikir akımlarının ve Darwin'in evrim teorisinin ortak oldukları nokta dinsizliktir. Bu fikir akımlarını savunanların yegane amaçları, insanların tamamına Allah'ın varlığını inkar ettirebilmektir. Bu nedenle de Materyalizmin çökertilmesi, aynı zamanda dünya üzerinde gün geçtikçe daha fazla yaygınlaşan dinsizliğin ortadan kaldırılması anlamına da gelmektedir. Bunun içinse, insanlara maddenin ezeli ve ebedi olmadığının anlatılması ve evrim teorisinin bilimsel açıdan tamamen geçersiz bir teori olduğunun duyurulması gerekmektedir. Bu sayede Allah'ın varlığını inkar eden düşünce sistemlerinin tamamı yok edilmiş olacaktır. Bu, materyalizmi bekleyen kaçınılmaz sondur.
Dinsizliğin Yayılmasında Darwinizm Hayati Bir Rol Üstlenir
Belki bu yazıyı okuyanların bazıları, Darwinizm ve materyalizm gibi fikirlerin dinsizliğin en önemli dayanağı sayılamayacağını, çoğu insanın bu kavramlardan hiç haberi olmadığı halde dinsiz ya da dinden tamamen habersiz bir yaşam sürdüğünü düşünüyor olabilir. Bu fikir ilk bakışta doğru gibi durabilir: İçinde bulunduğumuz çağa bakıldığında, insanların çoğunun hiçbir şey düşünmemeye dayalı bir hayat sürdükleri görülmektedir. Özellikle gençler arasında, sadece bol para kazanıp eğlenceli bir hayat sürmeye dayalı bir yüzeysel kültür gelişmiştir. Bu yüzeysel kültür içinde "ben nasıl var oldum, kim beni yarattı" gibi sorulara yer yoktur. Bu insanlar ne Allah tarafından yaratılmış olduklarını düşünürler, ne de buna karşı Darwinizm yanılgısına başvururlar. Kafalarını dolduran düşünceler, film yıldızlarının hayatları, pop şarkıcılarının skandalları ve buna benzer tamamen boş konulardır. Toplumun büyük kısmı da yine nasıl var oldukları gibi "derin" konularla ilgilenmez. İnsanların bütün düşünceleri "geçim derdi" gibi dünyevi bir konu ve buna benzer güncel meseleler üzerine yoğunlaşmıştır.
Sonuçta toplumda Darwinizm'e inanan, materyalist felsefeyi bilinçli olarak benimseyen insanların oranı hiçbir zaman büyük bir yüzde oluşturmaz. İnsanların dinden uzak durmalarının nedeni, çoğunlukla akıllarının bomboş olmasıdır. İşte bu nedenle de, yukarıda sözünü ettiğimiz "Darwinizm ve materyalizm bu kadar önemli mi?" sorusu doğmaktadır.
Ancak eğer bu tablo biraz daha yakından incelenirse, gerçekte Darwinizm'in dinsizliği ayakta tutan en önemli güç olduğu görülür. Çünkü Darwinizm'i benimseyen kitle, toplum içindeki oranı az da olsa, o topluma fikri açıdan yön veren kitledir. Örneğin ABD'de yapılan bir kamuoyu araştırmasında, toplumun sadece % 9'unun ateist evrimci olduğu ortaya çıkmıştır. Ama bu % 9'luk kesim, üniversitelerde, medyada, resmi bilim kurumlarında ya da film sanayisinde hakim durumdadır. Topluma yön veren, eğitim politikasını belirleyen, medya yoluyla halkın bilincini şekillendiren kesim, büyük ölçüde söz konusu ateist evrimcilerden oluşmaktadır.
Dikkatli bir biçimde bakılırsa, aynı durumun pek çok ülkede geçerli olduğu görülür. Bu noktada ilgi çekici bir gösterge, komünist ideolojiyi savunan kimselerin, fikri ve kültürel alanlardaki çabasıdır. Bilindiği gibi bugün komünizm, bir kaç ülke hariç, siyasi bir sistem olarak çökmüştür. Ama gerçekte komünizm hala bazı çevrelerce yoğun olarak gündemde tutulabilmektedir. Çünkü önemli olan komünizmin fikri temelini oluşturan materyalist felsefedir ve materyalist felsefe hala yaşamaktadır. Komünistler de "Marx'ın ekonomi teorisinde bazı yanılgılar vardı, ama materyalizm yaşıyor" mesajını sık sık vermektedirler. Ülkemiz dahil pek çok ülkeye bakıldığında, komünistlerin kültürel yönden ciddi bir örgütlenme içinde oldukları, sanat, bilim, felsefe gibi alanlarda son derece önemli bir etki sağladıkları görülebilir. Yayınevlerinin önemli bir bölümü, onların denetimindedir. Kitap fuarlarında onların fikriyatı ön plana çıkmaktadır. Büyük medya kuruluşlarını yönlendiren, buralarda köşeyazarlığı yapan kişilerin önemli bir bölümü de, "68 kuşağı" olarak bilinen veya "eski tüfek" olarak tanımlanan Marksist kökenli kimselerdir. Bunlar komünizmin ekonomik olarak çöktüğünü kabul etmelerine rağmen, materyalist felsefeye olan bağlılıklarını sürdürmekte ve "din halkın afyonudur" diye düşünmeye devam etmektedirler.
İşte Darwinizm, bu kimselerin dinidir. Darwinizm'e her ne olursa olsun körü körüne inanmakta ve ellerindeki imkanları kullanarak bu teoriyi yaşatmak için çaba harcamaktadırlar. Toplumun önemli bir bölümü "ben nasıl var oldum" sorusu üzerinde hiç düşünmeden bomboş bir zihinle yaşıyor olabilir. Ama bu soruyu düşünen insanların çoğu, az önce belirttiğimiz komünist örgütlenme yüzünden, Darwinizm'le aldatılmaktadır. Bir genç üniversiteye gittiğinde Darwinist hocaların telkini altında kalmakta, kitap fuarını gezdiğinde Darwinist ve ateist kitaplarla karşılaşmakta, bir sanat galerisine, tiyatro oyununa gittiğinde, yine aynı mesajlara maruz kalmaktadır. Böylece toplumun eğitimli ve kentli kesimini etkisi altına alan dinsiz bir kültür oluşturulmaktadır. Darwinizm ise bu kültürün en büyük dayanağıdır.
Bu büyünün etkisi altına girmiş olanlar, Darwinizm'i bilimsel bir gerçek sanmakta, dini ise "halk kesimlerinin sahip olduğu geleneksel bir inanç" olarak görmektedir. Nitekim Kuran'da inkarcıların "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Eskilerin masalları" diye cevap verdikleri bildirilmektedir. (Nahl Suresi, 24) Oysa gerçekte din, gelenekle hiçbir ilgisi olmayan, apaçık ve mutlak bir gerçektir. İnsanın kendi Yaratıcı'sı olan Allah'a dönüp-yönelmesidir. Ama Darwinizm'le aldatılan kişiler, bu gerçeği kavrayamayacak kadar şuursuzlaşmıştır. İşte bu nedenle de dünya üzerinde hakim olan dinsiz kültürün ortadan kaldırılması, toplumun üzerindeki gaflet perdesinin aralanması için, Darwinizm'in ve materyalist felsefenin ilmi yöntemle yıkılması zorunludur.
 

MATERYALİZMİN KANLI YÜZYILI

KASIM 2000

20. yüzyıl büyük savaşların, soykırımların, katliamların yaşandığı çok kanlı bir asır oldu. Bu yüzyıl boyunca on milyonlarca insan savaş ve çatışmalar nedeniyle hayatını kaybetti, milyonlarcası yaralandı, sakat kaldı, milyonlarcası da evinden, yurdundan çıkmak zorunda kaldı. Yıllar süren bu savaşlar ülke ekonomilerine çok büyük bir yıkım getirdi. Bu dönem boyunca ülkeler bütçelerinin büyük bölümünü silahlanmaya, askeri güç artırımına ve askeri yatırımlara ayırdı. Bir çığ gibi büyüyen nükleer yarışın sonucunda, birçok ülkede etkileri asırlar boyunca yok olmayacak derin yaralar açıldı. Yıllar süren savaş ekonomisi insanları her geçen gün daha büyük bir sefalete doğru sürükledi, açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle toplu ölümler yaşandı. Bu savaşlar sırasında en çok zulüm görenler ise savunmasız insanlar, kadınlar, yaşlılar ve masum çocuklar oldu.
Bu savaşların ve zulümlerin sorumlusu olan ideolojilerin başında ise, materyalist felsefeyi savunan, dini, ahlakı, aile kurumunu ve her türlü manevi kavramı kökünden reddeden komünizm geliyordu. Komünist hükümetlerin iktidarda olduğu ülkelerde savaşların yıkıcı etkilerinin yanısıra, insanlara sistemli bir zulüm ve beyin yıkama politikası uygulandı. Sonuçta toplum, hem manevi hem de maddi açıdan çok büyük bir felakete sürüklendi.
Her türlü ahlaki ve manevi değeri kendilerine düşman bilen komünist yönetimlerin en büyük hedefleri ise dini değerler oldu. Komünist liderlerin insanların dini inançlarını yok etmek ve tüm dini kurumları ortadan kaldırmak için başlattıkları kampanya zaman içinde meyvelerini verdi ve günümüzdeki ahlaki açıdan çökmüş toplum modeli ortaya çıktı.
Bugün eski Doğu Bloku'nun meyveleri ortadadır: Mafyanın ülke ekonomisine hakim olduğu, gençlerin uyuşturucu ve alkol bataklığına saplandığı, fuhuşun en yaygın meslek haline geldiği ve çocukların dahi fuhuş bataklığına itildiği bu toplum modeli, dine düşman komünist ahlakın sonuçlarını gözler önüne sermiştir. Dini ve ahlaki değerler olmayınca, insanlar materyalist bir eğitime tabi tutulduğunda bir ülkede nasıl bir hayatın hakim olacağını tarih, belgeleriyle tüm insanlığa kanıtladı.
Aslında bu çarpık sistemin bugün geldiği durumu daha iyi anlayabilmek için Rusya ve Çin gibi ülkelerin karanlık tarihlerine kısaca bir göz atmak yeterlidir. Çünkü bu ülkelerdeki halk, dini ve ahlaki değerlerden uzaklaştırılmak için çok uzun süreli bir eğitime tabi tutulmuş, sadece maddenin var olduğuna şartlandırılmış ve tüm manevi değerlerden uzaklaştırılmıştır. Bunun sonucunda ortaya çıkan ise tüm insanlık için adeta bir ibrettir.
Materyalizmin Ahlak Anlayışı
Diyalektik materyalizmin kurucuları ve komünist ideolojinin fikir babaları olan Karl Marx ve Frederich Engels koyu birer ateisttiler. Evrendeki tüm gelişmelerin çatışma (diyalektik) sayesinde elde edildiğini iddia etmiş, bu düşünceden yola çıkarak ideal bir toplum modeline ancak komünist bir devrimle ulaşılabileceği sonucuna varmışlardı. Dine karşı çok büyük düşmanlık besleyen bu iki ideolog, fikirlerini hayata geçirebilmek için de öncelikli olarak dinin ortadan kaldırılması gerektiğini savunmuşlardı.
Marx ve Engels'in materyalist fikirleri, günümüzde tüm materyalist filozoflar ve bilim adamları tarafından da ısrarla savunulmaktadır. . Cornell Üniversitesi profesörlerinden William Provine, materyalizmin dine ve ahlaka bakış açısını şu şekilde dile getirir:
Modern bilim ortaya koymaktadır ki, dünya tümüyle ve sadece mekanistik prensiplerle işlemektedir. Doğada hiçbir amaç ve amaçsal prensip yoktur. Rasyonel olarak bulunabilecek Tanrılar ve düzenleyici güçler de yoktur� İkincisi, modern bilim ortaya koymaktadır ki, insanoğlu için hiçbir 'daimi ahlaki kanun' ya da 'mutlak yol gösterici prensip' yoktur� Üçüncüsü, şu sonucu varmamız gerekir ki, öldüğümüz zaman ölürüz ve bu bizim mutlak sonumuzdur. (Philip Johnson, Darwin On Trial, 2.b. Illionis: Intervarsity Press, 1993, s. 126)
Provine'in "modern bilim" dediği şey aslında bilimle bir ilgisi olmayan materyalist felsefedir. Provine ve benzeri diğer materyalistler, bu felsefeyi bilim kisvesi altında sunmaktadırlar.
İşte, Marx, Engels ve onların Lenin, Trotsky gibi takipçileri, üstteki alıntıda ifade edilen felsefeyizor yoluyla hayata geçirmek istiyorlardı. Bu nedenle de hedeflerine öncelikle Allah inancı ve din engelini aşarak başlamak istediler. Marx belki bu fikirlerini hayata geçirememişti, ancak onun ölümünden sonra bu devrim projesini uygulamaya geçiren kişi Lenin olmuştu.
Rusya'ya Çöken Karanlık
Rusya'da "Bolşevikler" adı verilen komünist militanlarla birlikte gerçekleştirdiği 1917 devrimi ve onu izleyen kanlı bir iç savaştan sonra iktidarı ele geçiren Lenin, kendinden sonra nasıl kanlı bir politika izleneceğinin de işaretlerini vermişti. Kendisine ve komünist sisteme karşı gelen herkesi kurşuna dizdirmiş, ülke içinde yaşanan iç savaş tam üç yıl sürmüş, Rusya tam bir harabeye dönüşmüştü. Lenin bu kanlı savaş sonunda dünyanın ilk totaliter tek parti diktatörlüğünü kurmuştu. Bu dönemde Rusya ekonomik açıdan tam bir felce uğramıştı, fakir halktan zorla vergi alınıp, açlık ve sefaletin dozu giderek artırılıyordu. Üretim alanları, fabrikalar, işletmeler devletleştirilmiş ve bu girişimlere de kimse karşı koyamamıştı. Çünkü karşı koyanların sonu herkes tarafından çok iyi biliniyordu. Uyguladığı politikalarla yakın çevresinin dahi nefretini kazanan Lenin'in 1924'teki ölümü sonrası Komünist Parti'nin başına dünyanın en kanlı diktatörü sayılan Stalin geçti.
Stalin, 30 yıl süren iktidarı boyunca, adeta komünizmin ne denli acımasız bir sistem olduğunu ispatlarcasına bir korku imparatorluğu kurdu. Ülkeyi "komünizm projesini" gerçekleştirme adı altında açlık ve sefalete sürükleme, baskıcı yönetim, köylü halkın zorla çalıştırılması ve mallarına el konması, dini yaşama haklarının tamamen elden alınması hepsi bu kanlı diktatör döneminde hızlandırılmıştı.
Stalin'in ilk önemli icraatı, Rusya nüfusunun yüzde 80'ini oluşturan köylülerin tarlalarına devlet adına el koymak oldu. Özel mülkiyeti yok etmeye yönelik bu politika gereği, Rus köylülerinin bütün mahsulü silahlı görevliler tarafından toplandı. Bunun sonucunda, çok şiddetli bir açlık baş gösterdi. Yiyecek hiçbir şey bulamayan milyonlarca kadın, çocuk ve yaşlı açlıktan yaşamını yitirdi. Kazakistan nüfusunun yüzde 20'si açlıktan öldü. Kafkasya'daki ölü sayısı bir milyonu aştı. Stalin, bu politikasına direnmeye çalışan yüz binlerce insanı, Sibirya'daki çalışma kamplarına yolladı. Tutsakların çok ağır şartlarda ölesiye çalıştırıldıkları bu kamplar, bu insanların çoğuna mezar olacaktı. Öte yandan on binlerce insan, Stalin'in gizli polisi tarafından idam edildi. Aralarında Kırım ya da Türkistan Türkleri'nin de bulunduğu milyonlar, Rusya'nın uzak köşelerine zorla göç ettirildi.
Stalin, tüm bu kanlı politikaları sonucunda yaklaşık 20 milyon insanı katletti. Tarihçilerin bildirdiğine göre, bu vahşetten özel bir zevk duyuyordu. Kremlin'deki çalışma masasına oturup, toplama kamplarında öldürülen ya da idam edilen insanların sayılarını içeren listeleri incelemekten büyük keyif alıyordu. Stalin döneminde devlet terörü sadece sistemi eleştirenlere ve aydınlara zarar vermekle kalmamış, herkes kendini tehdit altında hisseder hale gelmişti. En ufak bir "muhalefet"i olduğu düşünülen insanlar, kitleler halinde "Gulag" adı verilen toplama kamplarına dolduruluyor ve katlediliyordu. Stalin terör sayesinde ülkenin tümü üstünde mutlak iktidarını kurdu.
25 yıl iktidarda kalan Stalin öldükten sonra geride kalan, fakir ve zavallı bir halktı.
Lenin ve Stalin'in Mirası
Günümüz Rusya'sında ve eski Doğu Bloku ülkelerinde yaşanan şiddetli ahlaki dejenerasyon da Lenin, Stalin, Brejnev gibi komünist diktatörlerin yönetimi altında, Sovyet toplumundaki tüm manevi ve ahlaki değerleri ortadan kaldırmasının bir sonucudur. Çünkü bu toplumların çoğunluğunu oluşturan dinsiz ve her türlü ahlaki değerini yitirmiş olan insanlar hayatta kalabilmek için öldürmeyi, çalmayı ve fuhuş yapmayı normal görmekte, insanlara, çocuklara zulmetmekten zevk almaktadırlar. Bunlar din karşıtı bir sistemin insanlar üzerindeki yıkıcı etkilerinden sadece birkaçıdır.
Rusya'da şu anda 3 milyona yakın düzenli uyuşturucu kullanıcısı olduğu biliniyor. Uyuşturucuya bağlı cinayetlerin sayısı da günden güne artmakta. 2000 yılında güvenlik kuvvetleri sadece bu nedenle 27.500'den fazla cinayete rastladıklarını bildiriyorlar.
Fuhuş ise çoçuklara kadar inmiş durumda. Öyle ki Rus yetimhanelerinde yaşayan çocuklar bu ticaretin içine itilmiş durumdalar. Devlete emanet edilen bu çocuklar hem fuhuş hem de organ mafyasının elinde ticaret aracı şeklinde kullanılıyorlar. Hatta pek çok ülkede çok ciddi cezai yaptırımları olan çocuk pornografisi Rusya'da önemli bir cezai yaptırım dahi içermiyor. Bu da Komünist Rus yönetiminin insana verdiği değeri gösteren önemli bir gerçek�
İnsanların aynen materyalist felsefenin öngördüğü gibi birer "gelişmiş havyan" haline geldiklerini, Rusların Çeçenlere karşı yürüttükleri vahşette de görmek mümkün. Bazı gazetelere açıklamalarda bulunan Rus askerleri, Çeçenlere nasıl işkence yaptıklarını, kadınları ve çocukları nasıl vahşice öldürdüklerini gülerek anlatıyor ve bundan hiçbir rahatsızlık duymadıklarını ifade ediyorlar. Örneğin bir Rus askeri Los Angeles Times gazetesine "Bir çeçen kadın savaşçı vardı. Ayaklarını çelik kablolarla bağladıktan sonra iki zırhlı araçla çekerek kadını ortadan ikiye ayırdık. Çok kan aktı, ama arkadaşların buna ihtiyacı vardı" şeklinde bir itirafta bulunurken, kahkaha atmaktan kendini alamıyor. Hiçbirşeyden haberi olmayan masum bebeklerin iç organlarını nasıl parçaladıklarını, hamile kadınlara yaptıkları akıl almaz işkenceleri, bunlardan ne kadar zevk aldıklarını vurgulayarak anlatan Rus askerlerinde herhangi bir insani ifade görmek de mümkün değil. İşte "herşey maddedir ve her gelişme ancak çatışmayla elde edilir" diyen materyalist felsefenin oluşturduğu insan modeli...
Kızıl Çin'in Terör Mirası
Stalin, komünist devrim projesini Rusya'da hayata geçirdi ve bu şekilde arkasında 20 milyon ölü bıraktı. Bunun ardından bir başka komünist rejim de Çin'de kuruldu.
Mao Che Tung'un önderliğindeki komünistler, uzun bir iç savaş sonucunda, 1949 yılında, iktidara geldiler. Mao, 1949'dan 1976 yılına kadar kendisine büyük destek veren müttefiki Stalin gibi, baskıcı ve kanlı bir rejim kurdu. Maocu dönem olarak bilinen sürede Çin, sayısız politik idama sahne oldu. Orduyu, Komünist Parti tarafından kurulan kadın ve erkekli komünist birlikler oluşturuyordu. İlerleyen yıllarda Mao'nun "Kızıl Muhafızlar" adını verdiği genç militanları, ülkeyi tam bir terör ortamına sürükledi.
"Sosyalist değişme ve eşitlik hakları" adı altında daha önce Rusya'da uygulanan ekonomik rezaletlerin bir kopyası Çin'de de yaşanmaya başlandı. Hikaye yine aynıydı. "Sınıfsal mücadele" adı altında halkın her türlü haklarının ellerinden alınması ve mallarının devlet yararına alıkonması. Kendilerini yoksulların sığınağı ve halkın kurtarıcıları olarak gösteren komünist dikta yönetimi, Rusya örneğinde olduğu gibi halkın tarlalarına, hayvanlarına, ürünlerine ve tüm mülklerine el koydu.
"Sosyal adalet" iktidardakileri ve yandaşlarını beslemeye ve zenginleştirmeye yararken, "hakları savunulduğu" iddia edilen halk ise açlıktan ölüyordu. Ülkede ekonomik sorunlar gitgide büyüdü ve sorunların çözülmesi için radikal reformlara gidildi. Denenen her reform toplumsal kargaşayı daha da artırdı. Her başarısızlığın karşılığında yüzbinlerce hatta milyonlarca insan öldü. Coğrafi dağılımı son derece geniş olan ülkede, Mao, kendi halkına ve özellikle de azınlıklara karşı büyük bir soykırım uyguladı.
Her türlü yetkiyi elinde bulunduran komünist parti hiyerarşisi ve diktatör Mao, ülkeyi tamamen içe kapatarak, basın-yayın ve haberleşme özgürlüğünü kendi tekeline aldı. En ufak bir eleştiri veya hükümet politikasının sözlü bir protestosunun karşılığı ise idam oldu. Azınlıkların kültürünü, tarihini, dil zenginliğini anlatan ve yazan yazarlar, sanatçılar ve bilim adamları bu kanlı dikta tarafından toplu halde yok edildiler. Halen Komünist Çin'de gelişen olayları BM dahil hiçbir kurum ve kuruluş doğru ve eksiksiz olarak öğrenememektedir. Bu konudaki en önemli örnek önceki yazılarımızda bahsettiğimiz Doğu Türkistan'da Uygur Türkleri'ne karşı yürütülen soykırımdır. "Gerçek kurtuluşa götürecek tek yol" aldatmacasıyla hareket eden komünist rejim, "kesintisiz ve durmaksızın komünizme varış" hedefi için bu halka karşı insanlık dışı işkenceler yapmış, yıllarca acımasızca zulmetmiştir.
Din Yerine "Kızıl Kitap"
Dini inançların yok edilmesi her komünist rejimin temel hedefidir. Bunun için sistemli bir baskı ve propaganda yöntemi uygulanır. Dini inançların yerini ilahlaştırılmış liderlerin ürettikleri felsefeler alır. İşte Uzakdoğu'nun en önemli İslam karşıtı güçlerinden biri olan Çin'de de Mao döneminden itibaren insanların elinden din ve vicdan hürriyetleri alındı. Din adamları korkunç işkencelere maruz kaldılar, camiler ve ibadethaneler kapatıldı. Materyalist sistemin önünde en büyük ve yıkılmaz engel olarak duran dinin anlatılması yasaklandı.
Her yerde anlatılan ve konuşulan tek şey totaliter ve baskıcı liderin yanılmazlığı ve üstünlükleri oldu. Okullarda öğrencilere Mao'nun sapkın felsefesini anlatan "Kızıl kitap" okutuldu. Ahlak kavramını insanın gelişmesine en zararlı şey olarak gören materyalist felsefe gençlere ve çocuklara aşılandı. Komünist sistemin menfaati için her türlü ahlaksızlığın yapılabileceği, hatta bir insanın rejimin menfaatleri için annesini bile gerektiğinde öldürmesi gerektiği öğretildi.

19. yüzyılda teorik olarak Avrupa'ya hakim olan materyalizm, pratik sonuçlarını 20. yüzyılda ortaya koydu: Irkçılık, çatışma, savaş, adaletsizlik, acımasızlık... Dünyanın huzur ve adalet bulabilmesi, ancak materyalist zihniyetin yerine, sevgi, şefkat, adalet ve kardeşlik kavramlarına dayalı Kuran ahlakının yerleşmesiyle mümkündür.
Komünist ideoloji aile kavramını da ülkenin genel anlamda zararına görüyordu. Bu felsefe, Çin'de milyonlarca ailenin parçalanmasıyla sonuçlanmıştır. Sözde devlet ekonomisinin ihtiyaçları ön planda olduğu için aileler bölünmüş, çocuklar kreşlerde büyütülmüş ve aileler senede ancak bir defa bir araya gelmiştir. Aslında tüm bunlar her insan için önemli ibretler taşımaktadır. Çünkü bugün dünyanın dört bir yanında hala komünizmin yayılması için çabalar yürütülmektedir. Komünizmin geldiği bir ülkenin uğrayacağı son ise Rusya'dan veya Çin'den farklı olmayacaktır.
Ayrıca, komünist bir görünüm taşımasa da, Darwinizm'i ve materyalizmi telkin eden her türlü siyasi ve sosyal sistemin de Rusya veya Çin'den farklı sonuçlar doğurmayacağını bilmek gerekir.
Materyalizme Karşı Tek Çözüm
Bir milleti katliamların, zulümlerin, açlığın ve insaniyetsizliğin egemen olduğu bu felsefelerden korumanın tek yolu ise, özellikle gençlerin din konusunda bilinçlendirilmeleridir. Gerçek dini bilmeyen ve dolayısıyla dinin getirdiği ahlaktan yoksun olan dinsiz insanlar materyalizmi ve onun siyasi sonucu olan komünizmi kolaylıkla benimseyebilirler. Bu nedenledir ki, materyalistler dini karşılarındaki en önemli ve etkin güç olarak görmektedirler. Hurafelerden arınmış gerçek dinin anlatılmasının yanısıra, komünizmin temel felsefesinin yanılgıları ve nasıl bozuk bir temel üzerine kurulduğunun delilleri ile anlatılması da bir milleti böyle bir felaketten koruyacak önlemler arasındadır.
Yüzyıllardır insanların karşı karşıya oldukları sorunlara çözüm getirilememesinin nedeni çözümün hep yanlış sistem ve inançlarda aranmış olmasıdır. Oysa çözümü, tüm insanlar arasında adaletin, huzurun, refahın ve barışın sağlanacağı evrensel bir gerçekte aramak gerekir. Dünyayı bu çözülmemiş sorunları ile kabullenmek, olaylara seyirci kalmak veya tüm bu sorunların çözüldüğü bir ortamı uzak ve erişilmez görmek büyük bir hata olur. Çünkü tüm insanları yaratan Allah onların en rahat edecekleri, refah, huzur ve güven duygusu içinde yaşayacakları sistemi de yaratmış ve bunu insanlara Kuran aracılığı ile bildirmiştir. Allah'ın "Biz Kitabı sana, herşeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik." (Nahl Suresi, 89) ayetinde de bildirdiği gibi Kuran her konuda insanlara yol gösterici bir Kitap'tır.
Allah'ın Kuran'da bildirdiği ahlak, tüm hurafelerden arınmış olarak insanlara anlatıldığı ve insanlar Kuran ahlakını yaşamaya özendirildikleri takdirde, dünya üzerinde var olan tüm sorunlar çözülecektir. Çözüm Kuran ahlakında olduğuna göre de, Kuran'ın tüm insanlara anlatılması vicdan sahibi insanların üzerinde büyük ve önemli bir sorumluluktur.

ÖZBEKİSTAN ÇOK BÜYÜK ZORBALIKLARA SAHNE OLUYOR

Eylül 2000

Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Kafkasya ve Orta Asya'da istikrarın sağlanacağı ve yeni kurulan cumhuriyetlerin kısa süre içinde bir düzen kurabilecekleri umulmuştu. Ancak ne yazık ki aradan yıllar geçmesine rağmen bu ülkelerdeki çatışmaların, karışıklıkların, ayaklanmaların ve ekonomik sorunların ardı arkası kesilmedi. Kafkasya'dan hergün yeni bir yardım çığlığı yükseldi. Azerbeycan'dan, Dağıstan'dan, Çeçenistan'dan, Tacikistan'dan ve şimdi de Özbekistan'dan…. Sürekli yeni cepheler açıldı, kardeş kardeşe silahını doğrulttu. SSCB'nin yıkılmasıyla birlikte Kafkasya ve Orta Asya, islam dünyasının yeni cepheleri haline geldi.
Bu bölgede yaşanan istikrarsızlığın altında şu ana kadar pek çok nedeninin yattığı yazıldı ve tartışıldı. Bazen de bu nedenlerin hepsinin birarada bulunması, çatışmaların yıllardır dinmemesinin bir nedeni olarak gösterildi. Zengin petrol ve doğalgaz kaynakları, su sorunu, jeostratejik konum bu nedenlerden başlıcalarıydı. Ancak her zaman için ilk sırada Rusya'nın bu ülkeler üzerindeki emelleri sayıldı. Bu genç cumhuriyetlerde huzurun, istikrarın ve barışın sağlanamamasının nedeni Rusya'nın bu bölgedeki eski hakimiyetine tekrar kavuşma isteğiydi. Rusya bu ülkeler üzerinde tekrar nüfuz elde edebilmek için yeni çatışmalar çıkarttı, çıkan çatışmaları körükledi, muhalifleri destekledi, terörist girişimlerde bulundu, kukla hükümetlerle siyasi karışıklıklar yarattı. İşte bu nedenle de Kafkasya ve Orta Asya ülkeleri asla huzuru bulamadı. Özlediği istikrarı sağlayamayan bu ülkelerden bir tanesi de Özbekistan'dır.
Özbekistan yıllardan bu yana iç çatışmalarla boğuşuyor. Ülke ekonomisi çok büyük bir ekonomik darboğaz yaşıyor ve Özbek halkı kıtlıkla mücadele ediyor. Ülkesindeki en ılımlı muhaliflere bile yaşama hakkı vermeyen Kerimov yönetimi ise bu çatışmaların tam merkezinde yer alıyor. İşte bu nedenle de Yeni Binyıl gazetesinin dış politika yazarlarından Mensur Akgün, Kerimov'u "Tek başına iç savaş çıkartabilecek üstün devlet adamı meziyetlerine sahip ender insanlardan" diye nitelerken abartma yapmıyor.(1)
Kerimov'un iç savaşlardaki rolu hakkında yorum yapabilmek için öncelikle son yıllarda Özbekistan'da etkin olan güçler hakkında bilgi sahibi olmak gerekir. Özbekistan'daki çatışmaların ana nedeni bu ülkede yükselen İslami güce karşı yürütülen savaştır. Ve bu savaşta Rusya'nın yanında çok önemli bir müttefik daha göze çarpıyor: İsrail.
İsrail'in Orta Asya'daki İnce Hesapları
SSCB'nin dağılmasıyla birlikte Orta Asya'daki Müslüman Cumhuriyetlerin birbiri ardına bağımsızlıklarını elde etmesinin önemi, pek çok devletten önce İsrail'in dikkatini çekmişti. Yahudi Devleti, bu gelişmenin ciddi bir stratejik anlam taşıdığının farkındaydı. Ancak İsrail'in çok büyük bir endişesi vardı.
İsrail'in endişesi o denli büyüktü ki, "İslami fundamentalizmin gelişme riskine karşın" özellikle Özbekistan ve Tacikistan gibi Müslüman cumhuriyetlerdeki, Sovyetler döneminde oluşturulmuş fakat çoğunluğu bu ülke askerlerinden oluşan orduların dağıtılmasını istemişti.(2)
İsrail'in Orta Asya ve Kafkasya ülkelerine olan ilgisinin ikinci nedeni de bu ülkelerin FKÖ ile yaptığı temaslardı. Yaser Arafat Ocak 1992'de Kazakistan'ı ziyaret etmiş ardından Kazakistan Filistin Devleti'ni tanımıştı. Ayrıca diplomatik ilişkiler büyükelçilik düzeyine çıkarıldı. Nisan 1992'de de bir Özbekistan heyeti Filistin halkının hakları ile ilgili bir toplantıya katıldı.
Bu gelişmeler karşısında, Yahudi Devleti, "endişe bildirimi"nden ve "orduların dağıtılması" gibi ilginç isteklerden kısa sürede vazgeçti ve Orta Asya'yı kendisi açısından tehlikeli gördüğü gelişmelerden "koruyabilmek" için, bölgeye bizzat girmeyi uygun gördü.
Bu nedenle de, İsrail'in bölgedeki varlığı, 1990'ların başından beri giderek artan bir ivmeyle güçleniyor. Yahudi Devleti, Orta Asya ve Kafkasya'daki Türki Cumhuriyetlerle yakın siyasi, ekonomik, hatta askeri ilişkiler kuruyor. Bundaki amaç, ekonomik ve siyasi hesapların yanında, söz konusu stratejik vizyon. İsrail-Orta Asya ilişkilerini ayrıntılı olarak inceleyen bir uluslararası ilişkiler uzmanı şöyle yazıyor: "İsrail'in (bölgeye girmekte) erken davranmasındaki en önemli sebep, Müslüman karakterli Orta Asya ve Kafkasya bölgesine Arap aleminin nüfuzunu önlemek ve İslami fundamentalizmin bölgeye yayılmasının önüne set çekmektir."(3)
İsrail Türki Cumhuriyetler ile temaslara bir kaç koldan başlamıştır. Birincisi bizzat Mossad'ın bölgede faaliyet göstermesidir. Milli Güvenlik Kurulu'nun yaptığı saptamalara göre Mossad, KGB'den ayrılan ajanları Türkiye üzerinden Türki Cumhuriyetler'e yollamaktadır. Böylece Mossad bölgedeki istihbarat çalışmalarıyla zirveye çıkmayı hedeflemektedir.(4) Kurulan ticari ilişkilerde de Mossad'ın gölgesini görmek mümkündür. Örneğin İsrail'in, Kazakistan ve diğer cumhuriyetlerle olan iş ilişkilerini düzenleyen kişilerin başında Shoul Eisenberg adlı bir işadamı gelmektedir. Eisenberg'in adı, eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky'nin By Way of Deception adlı ünlü kitabında Mossad'ın silah ticaretini organize eden kişi olarak geçer.(5)
Orta Asya ile kurulan ilişkilerde bir diğer yöntem ise İsrail'in bölge ülkelerine silah satmasıdır. Türkiye'nin Azerbaycan'a yaptığı askeri yardımın sınırlı olması nedeniyle İsrail Azerbaycan'ın bir ordu kurabilmesi için yardım etmeye karar vermiştir. Öte yandan İsrail Orta Asya'daki varlığını güçlendirmek amacıyla Orta Asya'daki Cumhuriyetler ile karşılıklı elçilikler açmaktadır. Böylece bu ülkeler ile ilişkilerini de hukuki zeminlere oturtmuştur.
İsrail, bölgedeki Yahudiler içindeki "gönüllü yardımcı"ları (sayanim) ise, hem Orta Asya ve Kafkas cumhuriyetleri ile kurduğu bağlantılarda, hem de Rusya ile olan ilişkilerinde aracı olarak kullanıyor. Bu aracıların temel misyonu ise, İsrail'in "bölgeyi İslam'dan uzak tutma" ya da "İslam'a karşı Rusya ile ittifak kurma" stratejilerine yardımcı olmak...
Kafkaslar ve Orta Asya'da İsrail-Rus İttifakı:
Kafkasya ve Orta Asya'daki genç cumhuriyetlerde İslam'a karşı yürütülen şiddetli savaşın çok farklı yöntemleri bulunmaktadır. Bunlardan biri islam aleyhtarı propaganda ile İslam'ı dejenere etme, aslından saptırmadır. Bu bölgede kukla yönetimlerle uygulanmaya çalışılan politikanın sonuçları genç nüfusta açıkça kendini göstermektedir. Ancak tüm bunların yanında dünya Müslümanlarının kontrol altına alınmaları, zayıflatılmaları, ellerinde bulunan zenginliklerden faydalanmalarının engellenmesi ve ezilmeleri de İslam'a karşı girişilen savaşın önemli bir boyutudur. Son yıllarda yaşadığımız örnekler, Müslümanların fiziksel olarak imha edilmelerinin bile söz konusu olduğunu gösteriyor.
Bugün İslam dünyasına baktığımızda; Bosna-Hersek'te, Cezayir'de, Tunus'ta, Eritre'de, Mısır'da, Afganistan'da, Keşmir'de, Doğu Türkistan'da, Çeçenya'da, Endonezya'da, Tayland'da, Filipinler'de, Burma'da, ya da Sudan'da dünya Müslümanlarının ezilmeye, baskı altına alınmaya ve yok edilmeye çalışıldığını rahatlıkla görebiliriz. Bu sayılan coğrafyalarda Müslümanlar görünüşte farklı düşmanlarla karşı karşıyadırlar. Bosna'da Sırplar, Keşmir'de Hindular, Kafkaslar'da Ruslar, Cezayir, Mısır, Fas, gibi ülkelerde de baskıcı rejimler tarafından hedef alınmaktadırlar. Ama her nedense, birbirinden bağımsız gibi gözüken bu İslam-karşıtı güçler, hep benzer yöntemleri kullanmaktadırlar. (Ayrıntılı bilgi için Bkz. Yeni Dünya Düzeni, Harun Yahya, Global Yayıncılık, 2 baskı, 2000) Özbekistan'da karşımıza çıkan güç ise Rus-İsrail birleşik gücüdür. Aynı amaçta birleşen bu iki ülke Özbekistan'da istikrarın oluşmaması için çok büyük bir çaba içinde girmiştir.
Sovyetler Birliği'nin dağılışının ardından bağımsızlıklarını kazanmaya başlayan Özbekistan gibi Müslüman cumhuriyetler, kısa sürede Rus yayılmacılığı ile yeniden karşı karşıya kaldılar. Bu devletlerin bazıları bağımsız bir çizgi izlemeye çalıştı, ancak Rusya'nın çeşitli girişimleri ve "entrika"ları ile karşılaştı.
Bu arada bir yandan da İsrail, bu bölgeye yönelik son derece belirgin bir yakınlaşma politikası izlemeye başladı. İsrailli yöneticiler söz konusu cumhuriyetlere geziler düzenlediler, o cumhuriyetlerin bazı liderleri de İsrail'de boy gösterdi. İsrail, "tarımsal işbirliği", "askeri eğitim" ya da "teknolojik destek" gibi anlamlı yöntemlerle bu devletlere yaklaştı, kendini dost olarak tanıttı.
İsrail'in bölgeye yönelmesinin ardındaki temel etken ise birtakım ticari çıkarların ötesinde, asıl olarak stratejik hesaplardı. İsrail, önemli bir İslami potansiyele sahip olan eski Sovyet Cumhuriyetlerinin gerçek anlamda İslamileşmesinden ve bölgede radikalizasyondan çekinmişti. İsrail'in bu yöndeki hesapları zamanın Genel Kurmay Başkanı ve şu anda Cumhurbaşkanı olan Ehud Barak tarafından açıkça dile getirilmiş, Barak, yeni cumhuriyetlerin "Müslüman" kimliğine atıfta bulunarak, yeni Müslüman cumhuriyetlerin doğmasının İsrail'in çıkarlarına uygun olmadığını söylemişti.(7) Dolayısıyla İsrail'in Orta Asya ve Kafkaslar'la ilgilenmesinin ardındaki asıl neden, bu ülkelerin İslami bir tarza kaymalarına engel olmaktı.
Bu durumda İsrail'in ve Rusya'nın hedefleri tam uyuşuyordu. Çünkü Rusya'nın da en korktuğu şey, yeni cumhuriyetleri İslam'a "kaptırmak"tı. İzak Rabin'in Yeltsin ile 1993 yazında Moksova'da yaptığı ve ana konusu "İslam tehlikesi" olan görüşme de bu ittifakı sağlamlaştırmış, Rabin Yeltsin'i "radikal İslam konusunda yeterince duyarlı bulduğunu" açıklamıştı. Bu "anti-İslami" ittifakı ABD de onaylıyordu. İsrail'in Amerikalı uzantılarından Henry Kissinger, "İslami radikalizm en şiddetli biçimde Rus çıkarlarına da aykırıdır. Dolayısıyla Washington Moskova ile işbirliği yapmalıdır" diyerek konuya açıklık getirmişti.(8)
Rusya ile İsrail'in İslam'a karşı kurduğu ittifak, ilk işaretlerini Tacikistan'da verdi. Sovyetler'in çöküşünün ardından bağımsızlığına kavuşan Tacikistan'da, kısa bir süre sonra ülke içinde güçlü olan İslami hareket iktidara geldi. Ancak Rus destekli eski komünistler 1992'nin son günlerinde Müslümanlara karşı kanlı bir saldırı başlatarak yeniden iktidara oturdular. İşin ilginç yanı, Rusya ile birlikte İsrail'in de komünistlerin yanında yer almasıydı. Müslümanlara karşı saldırıya geçen komünist birliklerinin içinde İsrailli askeri uzmanların bulunduğu ve İsrail silahlarının kullanıldığına ilişkin haberler o dönemde özellikle İslami basında sıkça yer almıştı. Böylece Orta Asya ülkelerine gereken mesaj verilmişti: ne Rusya ne de İsrail bu bölgede islamın güç kazanmasına izin vermeyecek, bu konuda birlikte mücadele edeceklerdi.
İsrail'in Müslümanlara karşı Rusya ile birlikte desteklediği bir başka bölgesel güç ise Ermeniler'di. Azerbaycan topraklarının % 25'inden fazlasını işgal eden ve bu işgal ettiği bölgelerde binlerce Azeri'yi katleden Ermeni ordusunun saflarında, Turkish Daily News'un haberine göre "İsrailli subaylar" da yer alıyordu.(9)
Rusya'nın genç cumhuriyetlere açtığı savaşta Tacikistan ve Azerbeycan örneklerini Çeçenistan, Dağıstan, Kırgızistan, Kazakistan ve diğer ülkeler izledi. Özbekistan'da iktidara gelen Kerimov yönetimi her zaman için Rus ve İsrail yönetimine yakın oldu. İslama karşı bu iki güçle birlikte çok şiddetli bir mücadele başlattı. Bu savaş özellikle de son yıllarda çok büyük bir ivme kazandı. 4 Eylül 2000 tarihli Yeni Binyıl gazetesinde yer alan "Dincilere karşı Tel Aviv yardımı!" şeklindeki haber Kerimov-İsrail ilişkisinin delilendiriyordu. Kerimov'un çatışmaların ilk günlerinden itibaren Rusya'dan müdahale etmesini talep etmesi bu işbirliğinin bir sonucuydu.
Rus ve İsrail yönetimine olan yakınlığıyla tanınan Kerimov ülkesindeki islami duyarlılığı olan tüm güçlere karşı şiddetli bir savaş açtı. Kerimov'un Özbekistan'daki baskıcı yönetimi nedeniyle şu an zindanlarda elli binden fazla kişi bulunmakta. Özellikle de şehir merkezlerinde patlayan bombalardan sonra Kerimov, ülke genelinde binlerce insanı hapsettirdi, dini eğilimi olan herkesi terörist olarak nitelendirdi ve insan hak ve özgürlüklerini yok sayan bir yönetim uyguladı. Fakat onun bu baskıcı politikası değil çatışmaları önlemek daha da şiddetlendirdi ve muhalefetin daha da güç kazanmasıyla sonuçlandı. Kerimov'ın bu politikasının ardında Kremlin'in yıllardır süregelen -ve Çeçen-Rus savaşıyla birlikte tüm dünyaya duyurulan- İslami uyanış korkusu yatıyordu.
Rusya Orta Asya'daki İslami Uyanış'tan Uzun Zamandır Rahatsızlık Duyuyor
80'li yıllarda Türk Devletlerinde başlayan dini uyanış Kremlin'i rahatsız etmişti. Özellikle de Gorbaçov yönetimi, dini duyguların güçlenmesinden büyük kaygı duyuyordu. Bu politika o dönemin gazetelerine sık sık yansıyor, Kremlin yönetimi tarafından alınacak tüm önlemler de tarif ediliyordu. O dönemde Güneş gazetesinde yer alan bir haberde Gorbaçov'un islama bakış açısı şu şekilde tarif ediliyordu:
"Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov'un uzun zamandır var olduğu kaydedilen İslam karşıtı politikasına son örnek, 24 Kasım'da çoğunlukla Müslümanların yaşadığı Özbekistan Cumhuriyeti'nin başkenti Taşkent'te yaptığı konuşma. Taşkent gazetesi Pravda Vostoka'nın verdiği habere göre, Gorbaçov konuşmasında, komünistleri dini öğretilere karşı daha kararlı ve güçlü bir tavır almaya çağırdı ve Müslüman bölgelerde siyasal katılımın, ateist propagandanın artırılmasını istedi."(10)
Bir başka haber ise Cumhuriyet gazetesinde yer almıştı. Time dergisinden alıntı yaparak hazırlanan haberde Gorbaçov'un açıklaması detaylı olarak yorumlanmıştı.
"Time dergisi, geçen yıl Kasım ayında, Sovyet Lideri Mihail Gorbaçov'un Özbekistan'ın başkenti Taşkent'te yaptığı açıklamada, ilk kez 'dinsel gösterilere karşı ateist propagandaya hız verme gereğinden' söz ettiğine dikkati çekerek, Orta Asya Cumhuriyetleri'nde İslam'ın gücünü korumasının Sovyet yöneticilerini giderek kaygılandırdığını belirtiyor. Dergiye göre, Müslüman dünyada radikal İslam akımının, Sovyetler Birliği'ndeki Müslüman Cumhuriyetlere de sıçramasından korkuyor.
Time dergisi Moskova'nın pratikte kilise, sinagog ve camilere sınırlamalar getirdiğini ve 'inananlara' karşı bir baskı politikası uyguladığını öne sürüyor. Yine Time'a göre, Sovyetler'de 18 yaşından küçük gençlerin dini eğitim görmesi yasak. Dergi, Hıristiyanlar için durumun daha istikrarlı olduğunu belirtiyor.
Time, İslam'ın Moskova için özel bir sorun ve özel bir kaygı kaynağına dönüştüğünü bildiriyor. Time, Sovyetler Birliği'nde halen 300-500 yasal olarak kayıtlı cami bulunduğunu bildiriyor ve Ekim Devrim'inden önce ülkede 24 bin cami olduğuna işaret ediyor.
Bu olguya ek olarak, Orta Asya Cumhuriyetleri'nde İslam'ın etkisinin giderek yayılması da Sovyet liderini düşündüren başka bir konu. Örneğin, Pravda gazetesinde çıkan bir yazıda, Özbekistan Cumhuriyeti'nde, İslam öğretilerine karşı, ateist propagandaya yeterince ağırlık verilmediğinden yakınıldı.
Tacikistan'da ise yüksek düzeydeki bir yetkili, izinsiz vaaz veren hocaların sayısının artmasından yakınıyor. Herald Tribune'e göre, Orta Asya Cumhuriyetleri'nde İslam etkisini giderek artırırken, yeraltı İslam faaliyetleri de yoğunlaşıyor. Sovyet yetkilileri, son zamanlarda radikal İslam akımınında, Orta Asya Cumhuriyetleri'ni etkileme olasılığından kaygılanıyorlar."(11)
Fakat Gorbaçov'un ısrarla uygulattığı "Dinsizlik propagandası" sonuç vermekten uzaktı. Güçlü bir yeraltı zenginliği üzerinde yüksek nüfuslu bir İslami güç, gittikçe büyüyordu. Bu islami uyanışı durdurma görevi bu kez yeni Rus hükümetlerine ve İsrail'e düşüyordu. Bu görevi devralan ittifak yukarıda saydığımız ülkelerde karışıklık çıkarmak için türlü girişimlerde bulundu ve çoğu zaman da başarılı oldu.
Kerimov yönetiminin ülkede estirdiği hava ittifakın başarılı olduğunun önemli bir delili. Çünkü Helsinki İnsan Hakları Komitesi'ne bağlı olan Orta Asya'da İnsan Haklarını Savunma Örgütü'nün verdiği bilgilere göre Özbekistan'da zindanları doldurulanların sayısı elli bini buldu. Özbekistan yönetimi de tutuklananların sayısının yirmi bini bulduğunu itiraf ediyor, ama daha fazlasını inkar ediyor. Buna göre 25 milyon nüfuslu ülkede her 500 kişiden biri zindanda.
Sonuç olarak, İsrail ve Rusya'nın hedefleri ile Orta Asya'da yaşananlar arasında paralellik olması, buradaki olaylarda ciddi bir komplonun olduğunu gösteriyor. Özbekistan'da gün geçtikçe artan çatışmalar, daha uzun bir süre karışıklığın durulmayacağını gösteriyor. Terör, su sıkıntısı, iç karışıklıklar, ekonomik sıkıntılar, hukukdışı gelişmeler, insan haklarının ihlali gibi konuları bir arada düşündüğümüzde ciddi bir düzelmenin ancak köklü değişikliklerle olacağı görülüyor. Karşımızda zengin kaynaklar ve kültür mirası içinde yaşayan, ancak fakir ve istibdat yönetimi altında ezilen bir halk bulunuyor. Ortadoğu'da yıllardır bitmeyen senaryonun bir benzeri de acaba yine İsrail desteğiyle Orta Asya'da mı yaşatılmak isteniyor? Bunu zaman içinde göreceğiz…
Ancak bundan birkaç yıl önce bölge liderliğine soyunan Türkiye'ye böyle bir dönemde çok büyük sorumluluklar düşüyor. Çekimser bir politikanın ne lider bir ülke olma hedefindeki Türkiye'ye ne de Türkiye'den çok büyük beklentiler içinde olan Kafkas halklarına fayda getirmeyeceği çok açık. Taziyet bildirmenin, kınamalar yayınlamanın zavallı çocuk ve kadınların sorunlarına ilaç olmayacağı ortada. Ancak köklü çözümlerle, kalıcı iyileştirmelerle ve uzun vaadeli politikalarla yardıma koşulduğu zaman, çöküşün eşiğinde olan bu ülkelerin yaralarına merhem olmak mümkün. Bunun için de bu bilince uygun davranmak ve liderliğin gerekliliklerini yerine getirmek gerekmekte…
 

İSLAM DÜNYASI'NIN KANAYAN YARASI: KEŞMİR

KASIM 2000

Asya kıtası 20. yüzyıl boyunca çok şiddetli savaşlara, iç çatışmalara ve pek çok terör olayına sahne oldu. Rusya'da, Türki Cumhuriyetler'de, Ortadoğu'da, Çin'de, Vietnam'da, Hindistan'da, Pakistan'da ve Keşmir'de yaşanan savaşlarda milyonlarca insan yaşamını yitirdi ve milyonlarcası yaralandı, sakat kaldı. Keşmir de 20. yüzyılın ikinci yarısını çatışmalarla geçirdi. Dünyanın sayısız doğa güzelliklerine sahip olan Keşmir halkı, yaklaşık 50 yıldır barışı, huzuru ve istikrarı yaşayamadı. Bunun nedeni sadece Hindistan yönetiminin baskıları değildi. Keşmir altın, zümrüt ve yakut madenleri bakımından dünyanın en önemli bölgelerinin başında geliyor. Ve Hindistan'ın işgali altında bulunan bölge yüksek dağların üstünde olduğu için tüm bölgeyi rahatlıkla kontrolü altına alıyor. İşte sahip olduğu bu stratejik önem ve yeraltı zenginlikleri nedeniyle Keşmir pek çok ülkenin dikkatini çekiyor. Ancak Keşmir üzerinde yıllardır süregelen -ve İngiltere, Hindistan, ABD, İsrail, Rusya, Çin gibi ülkelerin başrol oynadıkları- bu büyük oyunu anlayabilmek için, öncelikle bölge üzerinde etkin olan ülkeler hakkında bilgi sahibi olmak gerekir.
Keşmir Üzerinde Oynanan Oyunlar
Hint yarımadası, II. Dünya Savaşı'nın sonuna dek İngiliz egemenliği altındaydı. Sömürgeciler alt kıtayı terk ettiklerinde ise Hintli Müslümanlar Hindular'dan ayrı bir devlete sahip olmayı istediler ve Pakistan'ı kurdular. Pakistan ve Hindistan arasında nüfus mübadelesi yapıldı; Hindistan sınırları içinde yaşayan çok sayıda Müslüman Pakistan'a göç etti. Ancak nüfusunun ezici çoğunluğu Müslümanlardan oluşan Jammu/Keşmir eyaleti, Hint yönetiminin oyunları ve İngilizlerin de desteğiyle Hindistan egemenliğinde kaldı. O tarihten bu yana Keşmir, İslam dünyasının kanayan yaralarından birisidir.
Keşmirli Müslümanlar Hint yönetimine direnmek ve bağımsızlıklarını kazanmak istediler. Buna karşın Hint güçleri tarafından, ülkede 1947, 1965, 1971 yıllarında üç büyük katliam gerçekleştirildi. On binlerce Keşmirli Müslüman öldürüldü, kadınlara tecavüz edildi, İslami eğitim veren okullar kapatıldı. Keşmir'de şimdiye dek 4.000'den fazla kadın işkenceye ve tecavüze uğradı.(1) 1990 yılından bu yana ise Keşmir'deki soykırım ve asimilasyon hareketi en acımasız şeklini aldı. On binlerce kişi öldürüldü, insanlar sebepsiz yere gözaltına alınıp, işkence altında hayatlarını yitirdiler. Evler kundaklandı, savunmasız insanlara türlü baskılar uygulandı, gazete ve okullar kapatıldı. Hint yönetimi sadece silahlı saldırılara başvurmakla da yetinmedi. İşgal ettiği yerlere çeşitli barajlar yaptı. Tarım için kullanacağını açıkladığı bu barajları da Keşmirli Müslümanlara işkence amaçlı kullandı. Barajları ağzına kadar su doldurup, muson yağmurları ile birlikte kapakları birden açarak, bölgenin aşağı kesimlerinde bulunan özgür Keşmir ve Pakistan'ı sular altında bıraktı. Bunların sonucunda binlerce insan hayatını yitirdi ve çok büyük maddi hasarlara neden oldu.
Hindistan'ın bölgedeki İslam varlığına yönelik saldırılar hiç hızını kesmeden yıllardır devam ediyor. 1993 yılı Ekim ayında Keşmir'in başkenti Sirinagar'da Hazratbal Cami'sine karşı büyük bir saldırı gerçekleştirildi. Hindistan makamlarının, Müslümanların askeri karargahı olarak nitelendirdikleri Hazratbal Camisi yaklaşık bir ay süre ile kuşatıldı. Kuşatma sırasında yüzden fazla insan öldürüldü. 300 masum insan tutuklandı. Kentin elektrik ve suyu kesildi. Olaylar üzerine başkent Sirinagar ve birçok şehirde protesto eylemleri gerçekleştirildi.
Hindistan'ın Keşmir'de bu denli büyük bir baskı politikasını elli yılı aşkın bir süredir rahatlıkla sürdürebilmesi, Batı'daki bazı çevrelerden aldığı açık ve kapalı desteğin bir sonucudur. Keşmir'deki Müslümanlar, Birleşmiş Milletler'in hiçbir güvenilirliği olmayan kararları sonucunda Hinduların baskıcı yönetimine terk edilmişlerdir. Nüfusunun tamamına yakını Müslüman olan Keşmir'in bağımsız olma çabası ve Pakistan'ın buna verdiği haklı destek, Batı'nın politikası ile baltalanmıştır.
Bu noktada ABD'nin Keşmir politikası kuşkusuz son derece önemlidir. Soğuk Savaş boyunca Pakistan bir Amerikan müttefiğiydi. Hindistan ise Bağlantısızlar blokuna dahildi, hatta kimi zaman Sovyetler Birliği ile de yakın ilişkiler kurmuştu. Bu durumda ABD'nin, hem Pakistan'ın haklılığı hem de müttefiklik ilişkisi nedeniyle, Keşmir sorununda Pakistan'ın yanında yer alması gerekirdi. Oysa öyle olmadı.
Keşmir nedeniyle Pakistan ve Hindistan arasında çıkan iki savaşta da Amerikan politikası, Keşmir'deki statükonun korunması yönünde oldu. Amerikalı siyaset bilimci William J. Barnds, India, Pakistan and the Great Powers (Hindistan, Pakistan ve Büyük Güçler) adlı kitabında ABD'nin politikasını ayrıntılarıyla anlatıyor. Amerika'nın Keşmir konusunda hiçbir zaman Hindistan'a baskı yapmadığını bildiren Barnds, Amerika'nın Hindistan'la olan askeri ilişkilerini ve silah yardımlarını da aktarıyor. Buna göre, ABD, aynı blokta olmamasına karşın Hindistan'ı desteklemiş, Pakistan'ı ise Keşmir konusunda uyarmış ve "fazla ileri gitmemesini" istemişti. Eğer "ileri giderse", yani Keşmir'i Hindistan işgalinden kurtarmaya kalkarsa, Pakistan'a yapılan tüm Amerikan yardımı kesilecekti.(2)
Nitekim ABD bu tehdidini gerçekleştirmiş ve 1965 yılındaki Pakistan-Hint savaşı sırasında Pakistan'a silah ambargosu koymuştu. Gerçi Hindistan da ambargo kapsamına alınmıştı, ama ambargo tamamen Pakistan aleyhineydi: William J. Barnds'ın durumu şöyle açıklıyor:
Keşmir'de savaş başladığında Pakistan'lılar ABD'ye çok kızgındılar. Hem saldırgan Hindistan'a karşı kendilerini desteklemediği için, hem de çatışmalar başlar başlamaz bölgeye koyduğu silah ambargosu için. ABD'nin koyduğu ambargo gerçekten de Pakistan'ın aleyhineydi. Çünkü Pakistan ABD dışında hiçbir yerden silah alamazdı. Oysa Hindistan'ın silah alabileceği pek çok kaynak vardı.(3)
Barnds, ABD politikasının Pakistan'ı nasıl zor durumda bıraktığını da şöyle anlatıyor:
Savaşın ilerleyen dönemlerinde Hindistan, sonrada Pakistan olası ateşkese sıcak bakmaya başladılar. Pakistan, BM Güvenlik Konseyi dışında hareket edebilmek için aradığı İngiliz ve ABD desteğini bulamamıştı. Bunun ötesinde askeri durumu gittikçe kötüye gidiyordu. Zaten ABD, Pakistan'a hiçbir zaman Keşmir'i Hindistan'dan alabilmek için gereken silahı vermemişti. Pakistan'ın silah açığı onu zor durumda bırakıyordu.(4)
Amerika'nın ve BM'in politikası daha sonraki dönemde de değişmemiştir. Yıllar boyunca Pakistan Keşmir'i alabilmek için elinden gelen herşeyi yapmıştır. Fakat bunların hiçbiri başarıya ulaşmamıştır. Hindistan ise mevcut statükodan son derece memnundur. Batılı güçlerin yaptığı ise statükonun devamını sağlamaktır.
Batı ve özellikle de Amerikan büyük medyası Hindistan'ın yanındadır. Büyük Amerikan gazeteleri Keşmir'deki vahşete hemen hiç değinmezler. Değindiklerinde ise olayı "Hindistan'a ait bir bölgedeki iç isyanın bastırılması" havasında sunarlar. Örneğin New York Times, 22 Ocak 1990 tarihli sayısında Pakistan'ı Keşmir'deki "ayrılıkçı" Müslüman grupları destekleyerek "ülkedeki istikrarı bozmak"la suçlayan bir yorum yayınlamış ve Pakistanlılar'ın büyük tepkisini almıştı. Batı medyasında ve hatta onların başka ülkelerdeki benzerlerinde de bu tür yorumlara rastlamak mümkündür.
Son yıllarda ise Keşmir'deki baskı ve işkence politikası daha da artmıştır. Keşmir'deki Hint yönetimi baskı ve asimilasyonu şiddetlendirmiştir. Bir de hükümetin kontrol edemediğini söylediği, oysa aralarındaki anlaşmazlığın "danışıklı" olduğu herkesçe bilinen "fanatik Hindu örgütleri" vardır ve bunlar, Babür Şah Camisi katliamında olduğu gibi doğrudan Keşmirli Müslümanların imhasını hedeflemektedirler. Peki bu durumu nasıl açıklayabiliriz? Acaba neden Amerika ve onun paralelindeki BM gibi Batılı güçler Keşmir'i Hindistan baskısı altında bırakmayı, Hint terörüne destek olmayı ısrarla sürdürmektedirler?
İsrail Lobisi'nden Hindulara Destek
Bu üstteki sorunun cevabını vermeden önce bir noktayı hatırlamak gerekir: Amerikan sisteminde farklı dış politika yaklaşımlarını savunan farklı ekoller vardır. Dolayısıyla Amerika'nın Keşmir politikası, tüm Amerikan sisteminin ortak politikası olarak görülemez. Bu yüzden de Amerika'nın Keşmir'de Hindistan yanlısı bir tutum izlemesinin anlamı, Hindistan yanlısı tutum izlemeyi savunan güçlerin (strateji kurumları, lobiler, Dışişleri uzmanları gibi) Amerikan dış politikasını yönlendirmekte olduğudur. Kısacası, Amerika'da Keşmir aleyhtarı ve Hindistan yanlısı bir "lobi" olduğunu söyleyebiliriz. Oysa Amerika'da Hintlilerin kurduğu kayda değer bir "Hint lobisi" yoktur ki...
İşte Keşmir politikasının anahtarı buradadır: Evet, Amerika'da bir "Hint lobisi" yoktur, ancak çok güçlü bir "İsrail lobisi" vardır. Ve bu lobi, Keşmir'e karşı sonuna kadar Hindistan'ın yanındadır!... Hindularla İsrailliler arasında stratejik bir ittifakın yanısıra, manevi bir ittifak da bulunmaktaydı. İsraillilerin Siyon yıldızı, Hindular tarafından kutsal sayılıyordu. Bu ayrıntı, aralarındaki bağı daha da güçlendirmekteydi.
Washington Report on Middle East Affairs dergisi, Ocak 1994 sayısında Yahudi lobisi ve radikal Hindu grupları arasındaki işbirliğiyle ilgili uzun bir araştırma yayınladı. Yazıda, yahudi lobisiyle Hindular, özellikle de Keşmir'deki Müslüman katliamının baş sorumlusu olan radikal Hindu örgütleri arasında tam bir "ittifak" oluşturulduğu yorumu yapılıyordu.
Washington Report, söz konusu haberinde Hindistan'da gittikçe güçlenen Hindutva hareketine dikkat çekiyordu. Hindu radikalizminin temsilcisi olan hareket, tam bir dini fanatizme ve Müslüman düşmanlığına dayanıyordu. Hindutva'nın önemli bir özelliği ise Amerika'da da bazı uzantılarının olmasıydı. Washington'da üslenmiş olan BJP, RSS, VHP-World Hindu Council, FISI gibi Hindu örgütleri, Hindistan'daki radikal Hindulara destek vermeye çalışıyorlardı. Haberde bu Hindu örgütlerinin gerçekten de son dönemlerde etki sahibi oldukları yazılıydı. Bunun nedeni ise Hindu örgütlerinin Washington'daki en büyük güç olan yahudi lobisiyle ittifak yapmalarıydı. Washington Report, BJP-RSS-VHP gibi Hindu örgütlerinin "bir Hindu-Siyonist ittifakı" kurma yolunda oldukları yorumunu yapıyordu.
Söz konusu örgütler, Keşmir'de ve genel olarak tüm alt-kıtada Müslümanlara yapılan saldırıların sorumlularıydılar. Bu örgütler, Hindistan'daki en saldırgan Hindu örgütü olan Shiv Sena ("Shiva'nın Ordusu"; Shiva Hindu dininde "yok etme tanrısı" olarak kabul edilir) ile çok yakın bağlantı içindeydiler. Bu gruplar, Müslüman camilerine, Bombay'daki ve tüm Hindistan'daki Müslüman topluluklarına yapılan saldırıları organize ediyorlardı. RSS'nin önde gelenlerinden Guru M. S. Golwakar, bir keresinde "Adolf Hitler'in uyguladığı ırk temizliği programının aynısının Hindistan'da da başta Müslümanlar olmak üzere Hıristiyanlar, Budistler ve Sihlere de uygulanmasını" istemişti. İşte Hitler'e imrenecek kadar faşist olan bu Hindu örgütleri İsrail Devleti'yle çok samimiydiler. Washington Report, aynı Hindu gruplarının, Şimon Peres'in 17 Mayıs 1993'te Hindistan'a yaptığı ziyaret sırasında Peres'le en yakın bağlantı kuran gruplar olduğuna dikkat çekiyordu. Radikal Hindu örgütleri ile İsrail arasındaki yakınlaşmaya Washington'da yayınlanan The Times of India gazetesi de dikkat çekmişti.
Washington Report, BJP-RSS-VHP liderlerinin İsrail'e ve İsrail lobisine olan hayranlıklarını açıkça ifade etmelerini de vurguluyordu. Örneğin ABD'deki Hindu örgütlerinin liderlerinden biri olan Tiwari, "yahudi lobisi gerçekten de çok yetenekli ve güçlü, buradaki sistemin nasıl işlediğini çok iyi biliyorlar. Hindistan'ın çıkarları için de şimdiye kadar çok şey yaptılar" diyerek lobiye olan minnettarlığını vurgulamıştı. Tiwari ayrıca "bizim lobi çalışmalarımız çok zayıf. Ama her ihtiyacımız olduğunda İsrail lobisinden yardım istiyoruz. Bizi şimdiye kadar hiç geri çevirmediler" demişti. Washington Report, yahudi lobisinin Hindulara destek olmak için bazı think-tank'leri de devreye soktuğunu yazıyor ve bunların başında Morton Abramowitz'in yönettiği Carnegie Endowment'ın geldiğini bildiriyordu. Haberde ayrıca Şimon Peres'in Hindistan ziyareti sırasında söylediği "Pakistan'ın terörist devlet ilan edilmesi için size destek vereceğiz" sözü de hatırlatılmıştı.
Hindular ve İsrail arasındaki bu yakınlaşma, doğrudan Amerika'yı etkilemiş ve ABD, Yahudi Devleti'nin güdümünde Hindistan'ı müttefik edinmeye başlamıştı. 2000'e Doğru da konuya değinmiş ve şu bilgileri vermişti:
ABD hedef tahtasına koyacağı ülkeleri artık önce uyuşturucu kaçakçılığıyla suçluyor. Pakistan'ın atom bombası programından uzun süredir rahatsız olan ABD, bu ülkeyi uzun süredir uyuşturucu kaçakçılığıyla ilişkilendirmeye çalışıyor. Pakistan'dan giderek uzaklaşan ABD Hindistan'a yaklaşıyor ve iki ülke arasındaki sorunlarda Hindistan'dan yana tavır koymaya başlıyor. Yeniden yapılandırılacak olan BM Güvenlik Konseyi'nde Hindistan'a daimi üyelik verileceği söylentileri dolaşmaya başladı. ABD bu çerçevede Pakistan'ın, Hindistan'da meydana gelen olaylarda Müslümanları desteklediği iddialarını ortaya atıyor. ABD Dışişleri Bakanlığı bu türden yardımları sürdürdüğü takdirde Pakistan'ı terörist ülke ilan edeceğini, Küba, Kuzey Kore, İran, Irak, Libya ve Suriye'nin bulunduğu listeye dahil edeceğini açıkladı�(5)
Yahudi-Hindu ittifakı aslında daha da kapsamlıdır. Üstte incelediğimiz bilgiler, iki taraf arasındaki diplomatik ittifakla ilgilidir. Oysa iki taraf arasında bir de son derece önemli askeri ittifak söz konusudur.
Keşmir'e Karşı Hindistan-İsrail İttifakı
İsrail dünyanın dört bir yanındaki baskıcı rejimlere türlü şekillerde destek vermektedir. İsrailli yazar Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection adlı kitabında bunu bir "global strateji" olarak yorumluyordu. Bu "global strateji", Üçüncü Dünya'nın dizginlenmesi ve radikal bir hareket geliştirilmesinin önlenmesi hedefine yönelikti.
Kuşkusuz bu radikal kelimesi ile kast edilen, son dönemde dünyanın en önemli Düzen-karşıtı hareketi olarak gösterilen İslam'dır. Dolayısıyla İsrail'in Düzen'i korumaya yönelik global stratejisi, en başta İslam'ı hedef almak durumundadır. Dünya Müslümanlarının pasifize edilmeleri, baskı altında tutulmaları, asimile edilmeleri İsrail'in başlıca hedefi olmalıdır. Öyledir de... Bugün İsrail, dünyanın dört bir yanındaki İslam-karşıtı güçlere destek vermekte, onlarla ittifaklar kurmakta, bir tür "global anti-İslami cephe" oluşturmaya çalışmaktadır. Bu cephe yalnızca Ortadoğu coğrafyası ile sınırlı değildir; tüm dünyayı kapsamaktadır. (Ayrıntılı bilgi için Bkz. Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen, Global Yayıncılık)
Keşmir, İsrail'in İslam'a karşı oluşturmaya çalıştığı ittifakın yoğun bir şekilde faaliyet yürüttüğü bölgelerden biridir. Sahip olduğu yeraltı zenginlikleri, stratejik konumu, Pakistan ile olan yakınlığı, Pakistan'ın sahip olduğu nükleer güçler ve güçlü bir Müslüman topluluğunun varlığı İsrail'in Keşmir'de dikkatini yoğunlaştırmasının başlıca nedenleri arasında sayılabilir. İsrail Devleti, Amerika'daki yahudi lobisine paralel olarak, Keşmirli Müslümanların bağımsızlık hareketine karşı Hindistan'a büyük destek vermektedir. Bu destek, Hindistan'a yapılan büyük silah yardım ve satışlarını; Hindistan gizli servisi ve özel timlerinin "ayaklanmaları bastırmak" konusunda eğitilmelerini içermektedir. İsrailliler Filistinlilere karşı yarım yüzyıldır sürdürdükleri soykırım ve işgal altında tutma politikaları nedeniyle, halk ayaklanmalarını bastırmak, halkı işkence, psikolojik savaş ve sistemli terör yoluyla pasifize etmek konusunda uzmandırlar. Bu uzmanlık, başka pek çok baskıcı ve İslam-aleyhtarı rejime olduğu gibi Hindistan'a da ihraç edilmektedir.
İsrail'in Hindistan'a Verdiği Örtülü Destek
İsrail'in Hindistan'a verdiği destek ile ilgili haberler, dünya basınına ilk kez 1960'lı yılların sonunda yansımıştı.(6) Buna göre İsrail, Hindistan'a büyük oranlarda silah yardımı yapıyordu. Bu yardımın en önemli kısmını, İsrail'in 120 mm.'lik son derece kullanışlı ve etkili havan topları oluşturuyordu. Ancak haberde de belirtildiği gibi uzunca bir süredir devam eden bu tür askeri yardımlar son derece "gizli"ydi.
Soğuk Savaş dönemi boyunca Hindistan ve İsrail arasında özellikle istihbarat, savunma ve nükleer araştırma alanlarında yakın bir işbirliği devam etti. Hint ve İsrail askeri yetkilileri yıllardır karşılıklı ziyaret geleneğini sürdürdüler. Her iki ülke birbirinden askeri malzeme satın alıyordu. 1963'te Albay M. M. Sindhi, Hindistan'ın ihtiyaç duyduğu İsrail silahlarını tespit etmek üzere İsrail'e gitmiş ve 2 ay Hayfa'da kalmıştı. Bu ziyaret Hindistan'ın kuzeydoğu eyaletlerinin Çin tarafından işgal edilişinden hemen sonraydı. Hindistan-Çin savaşı sırasında ortaya çıkan İsrail casusluk skandalının anahtar ismi Rama Sawarup'un açıklamasına göre, 1963 yılında İsrail askeri istihbarat şefi Hindistan'a davet edilmişti. Bunun nedeni, kötü durumda olan Sovyet silahları konusunda İsrail'den yardım istenmesiydi.
1965 Hindistan-Pakistan savaşı sırasında ise İsrail askeri uzmanları, Askeri İstihbarat şefi başkanlığında Hindistan'ı ziyaret ederek, Pakistan'ın elinde bulunan Amerikan silahları konusunda Hintlilere bilgi verdiler. 1967 İsrail işgali sırasında da Hindistan taktik ve alınan sonuçları incelemek üzere İsrail'e askeri uzmanlarını gönderdi. İsrail 1971'de Bangladeş'in kurulmasıyla sonuçlanan Hindistan-Pakistan savaşı sırasında da Hindistan'a silah yardımı yaptı. Batı basınında yer alan haberlere göre merkezi Toronto'da bulunan İsrail şirketi Levy, "oto yedek parçaları" görüntüsü altında 1981'de Hindistan'a 3.000 ton tank parçası sağladı.
Hindistan ve İsrail arasındaki gizli ittifak, nükleer silahları da içeriyordu. İsrailli yazarlar Dan Raviv ve Yossi Melman'ın yazdıkları ve Mossad'ı konu edinen Every Spy a Prince (Her Casus Bir Prens) adlı kitapta iki ülkenin nükleer alandaki işbirliğine değiniliyor. Victor Ostrovsky'nin bildirildiğine göre, Hindistan 1984 yılında Pakistan'ın atom bombası yapmasından endişe ederek İsrail'den yardım istemişti. İsrail Hindistan'ın bu isteğine olumlu cevap vermiş ve iki ülke arasında gizli bir anlaşmaya varılmıştı. Bunun ardından 2 Hindistanlı nükleer fizikçi, nükleer bomba ve füze başlığı yapımında uzmanlaşmak için İsrail'e gitmişlerdi. İsrail, kendisinin 1981'de Irak'ın nükleer santral inşaatına yaptığı saldırının bir benzerini Pakistan'daki nükleer santrala yapması için, Hindistan'a teknik bilgi aktarmıştı.(7)
Uzun süre gizlilik içinde yürütülen bu ilişkiler, 1990'lı yıllarda iyice ortaya çıktı. Amerikan kökenli News India gazetesinin verdiği bir haberde, İsrail Gizli Servisi Mossad'ın uzunca bir süredir Hindistan gizli servisi RAW'ın elemanlarını eğittiği ortaya çıkarılmıştı. Mossad'ın Hintli meslektaşlarına verdiği eğitimin konusu ise "halk ayaklanmalarının bastırılması", yani Keşmir'in bağımsızlık mücadelesinin yok edilmesi yönündeydi. Habere göre, İsraillilerin eğitiminden geçmiş yüz kadar RAW ajanı, Keşmir'de faaliyet gösteriyordu.(8)
1993 yılında İsrail ve Hindistan arasında imzalanan bir protokolde, Hint ordusunun İsrailli askeri uzmanlar tarafından eğitilmesinin kararlaştırılmış, özellikle de Keşmir'deki Hint birliklerinin İsrailli komando birliklerinin eğitiminden geçirilmesine karar verilmişti.(9) Keşmirli Müslüman milislerle yapılan bir röportajda ise söz konusu milisler, İsraillilerin Sirinagar bölgesine kurdukları 3 eğitim kampında Hint askerleri eğittiklerini haber vermişlerdi.(10)
İsrail uzmanı Jane Hunter'ın yazdığı bir makalede ise "Amerikan kaynaklı çeşitli raporlara göre Hindistan-İsrail yakınlaşmasının anti-İslami bir tabanı olduğu" haber veriliyor ve ayrıca Hindistan Savunma Bakanı Pawar'ın, Hint ordusunun İsrail tarafından eğitileceğini bildiren açıklamasına dikkat çekiliyordu.(11)
Keşmir Sorununda Gelinen Nokta
Sonuç olarak, Keşmirli Müslümanların yarım yüzyıldır yalnızca Hindistan'la, ya da radikal Hindu örgütleriyle değil, aynı zamanda ABD ve İsrail'le de savaşmakta olduğunu söyleyebiliriz. İslam'ın Düzen'in tek düşmanı olarak açıkça ilan edilmesinden sonra söz konusu ittifak daha da belirginleşmiş ve güçlenmiştir. Ve tarih boyunca olduğu gibi, günümüzde de türlü propaganda yöntemleriyle Keşmir ve bölgesinde yaşananlar insanlara çok farklı şekilde aksettirilmektedir. Hint zulmüne karşı direnen, kendi topraklarında barış içinde yaşamak için mücadele veren Keşmirliler dünyaya radikal gruplar olarak tanıtılmakta, Hindistan ise radikal gruplarla mücadele eden bir ülke olarak gösterilmektedir. Pakistan'ın ise radikal grupları desteklediği, eğer Pakistan'ın telkin ve kışkırtmaları olmasa Keşmir ve Hindistan arasındaki sorunların kısa sürede aşılacağı iddia edilmektedir. Bu nedenle de asıl sorunlara neden olarak Pakistan gösterilmekte ve bu ülkelerin batılılar tarafından güçlü bir şekilde baskı altına alınmasının sorunları çözmede yardımcı olacağı söylenmektedir.
Aslında bu Hint-İsrail-ABD üçgeninin Keşmir üzerindeki politikalarının yeni çizgisidir. Pakistan'ın ambargo tehditleriyle, terörist ülke listesine dahil edilmekle ya da batılı ülkelerin yüklü kredileriyle Keşmir davasından uzaklaştırılması, yalnız kalan Keşmir kalesinin de bir hamlede düşürülmesi�
Yarım asra yakın bir zamandır Hint zulmüyle karşı karşıya kalan Keşmir halkının tek dileği dinlerini rahatça yaşayabilecekleri, insanların sadece Müslüman oldukları için zulüm görmeyecekleri, çocuklarını barış ve güven içinde büyütebilecekleri bir toprağa sahip olmaktır. Bizlerin dileği ise batılı ülkelerin planlarından hiçbirinin hayata geçirilememesi ve Müslümanların geçmiştekinden çok daha güçlü bir şekilde Keşmir davasına sahip çıkmalarıdır. O topraklarla güçlü bir manevi bağı olan Türk milletinin de cesur ve uzak görüşlü politikalarla Keşmir sorununun çözümünde çok önemli katkıları olabilir. Ancak bunun için Türk-İslam bilinci içinde davranmak ve lider bir ülke olmanın gereklerini yerine getirmek gereklidir. 21. asrın Türk asrı olması atılacak güçlü adımlara bağlıdır.